V.B.BAYRIL
Okumak, bana gelmiştir. Evet, ‘gelmiştir’. Bir eğitim, ısrarlı talim, tekrar, harflerle sesleri birbirine bağlama yolunda çabalar ya da öğretim sonucu ‘edinilen’ bir şey olarak değil. Birdenbire. Ansızın. Kesin olarak. Okumaya başlayıverdim. Beş yaşıma yeni bastığım sıralarda.
Salonda, komşu kadınların kahve sohbeti sırasında. Yanındaki kitabı bana gösterip anlatan komşu kızının kitabına bakarak, okuyuverdim. Annem dahil tüm misafirler, o anda inanmadılar. Ezberlediğim sanıldı. Sayfalar değiştirildi. Farklı paragraflar işaret edildi. Hepsini okudum. Başka bir kitap bulundu. Yine okudum. Öyle, birdenbire. Hecelemeden. Duraksamadan. Kısacası okumak, benim gösterdiğim ilk tuhaf “keramet” oldu.
Ondan sonra hep okudum. Tuhaf bir hastalık, bir illet gibi... Misal, nereye gitsem, önüme yazılı ne çıksa hâlâ okurum. Yol tabelaları, apartman tabelaları, dükkân isimleri, otobüs tabelaları, afişler, rüzgârın önüne kattığı kâğıt parçasındaki harfler, menüler, aldığım bir ürünün ambalajını, hastane ya da muayenehanelerde duvara asılı her türlü yazı. Yangın talimatnamesi, asansör talimatnamesi, yönlendirme yazıları, dünyada üzerinde yazı olan her şeyi okurum. Bir refleks olarak okurum. Durmaksızın. Bilinçli değil, sürekli çalışan bir mekanizma olarak okurum.
Bütün çocuk klasikleri…
Sonra kitaplar geldi. Olası dünyaları bana ulaştıran kitaplar. Sıkıcı bir taşra kentinin bütün görünmez duvarlarını, sınırlarını aşmamı sağlayan kitaplar. Onlar sayesinde dünyanın gezmediğim yeri kalmadı sayılır. Bu nedenle, gezmekten neredeyse hiç hazzetmem. Dahası, merak da etmem. İş seyahatlerim olmasa, dünyadaki hiçbir yeri de gezmezdim sanırım. İlkokulu bitirdiğimde, bilinen tüm çocuk klasiklerini okumuştum. Edmond D’Amicis’nin Çocuk Kalbi’nden Molnar’ın Pal Sokağı Çocukları’na, Alis Harikalar Diyarında’dan, Jules Verne’in tüm serisine, Kemalettin Tuğcu’nun yayımlanmış ve kütüphanede bulunan tüm kitaplarına kadar. İnanmayan, Muradiye Camii Külliyesi’nde bulunan Manisa Çocuk Kütüphanesi’ne gidip kayıtlara bakabilir. 1971 yazında, Haziran’dan-Ağustos’a, akşamları okumak üzere ödünç aldığım sekseni aşan kitabın kaydı, kütüphane kartımda hâlâ bir rekor olarak durur... Üstelik, gündüz bir kitap okur, akşam eve dönerken başka bir kitabı ödünç alırdım. Yani günde iki kitap. Elbette hafta sonları aldıklarım buna dahil değildir.
Üniversiteye geldiğimde, Hasan Ali Yücel devrinin MEB’i tarafından basılan Batı Klasikleri Dizisi’ndeki tüm romanları ve hikâyeleri okumuştum. Sayısını bilmiyorum. Fakat aile dostumuzun kitaplığındaki serinin eksiksiz tam takım olduğunu biliyorum. Yunan, Roma, Rus, Alman, Fransız, İngiliz Klasikleri... Bir kısım da Doğu Klasikleri okudum o sıralar. Kitap sahibi olmaya başladığımdan bu yana iki kütüphane yitirdim. O zaman fark ettim ki, sevsem de, kitap biriktirme, sahiplenme, mülkiyetine geçirme gibi bir hevesim yok. Bibliyoman dostlarıma göre, dehşet verici biçimde kitaplara hoyrat davranırım. Altını çizerim, sayfalarını kıvırırım, üzerine çay, kahve dökerim, yatarken yastığın altına koyarım. Eğer üç-beş bin kitaplık bir kütüphanem varsa bugün, tesadüfendir. Bilinçle oluşturulmamıştır. İsteyene kitap vermişimdir hep. İlgilendiğim bir kitabı herhangi bir dostumun kütüphanesinden, teklifsizce almışımdır. (Şu sıralar Seyhan Erözçelik’in kitaplığı bu durumda). Hatta o kişi kitap cimrisiyse, keyifle çalmışımdır. Bundan dolayı da hiçbir mahcubiyet, pişmanlık duymam. Öyle ki, bulamadığım ve binbir ricayla Hilmi Yavuz’un kütüphanesinden çıkartabildiğim birkaç kitabı yıllar önce vapurda kaybettim. Bu bağışlanamaz, dünyanın en büyük suçuna rağmen Hilmi Yavuz’dan yine kitap alabilen, dünyadaki tek kişiyimdir.
Tutkulu bir çizgi roman okuruyum. Hâlâ. Mister No’dan Karaoğlan’a, Martin Mystere’den Tex’e, 1101 Roman’dan Alaska’ya, Enki Bilal’den Van Hamme’a, Frank Miller’dan Mike Mignola ve Japon Manga’larına kadar birçok çizgi romanı keyifle okurum. Dört temel alanda; edebiyat, eleştiri, sanat, felsefe alanında bulabildiğim her şeyi okurum. Son on yıldır bunlara pazarlama, yönetim ve yemek kitapları da eklendi. Saydıklarımı hızla okurum. Misal; üç ciltlik Savaş ve Barış’ı bir cumartesi öğleden sonra okumaya başlayıp gece bitiririm. (Woody Allen’ın o müthiş fıkrasını ilk duyduğumda alındım doğrusu. Benimle dalga geçtiğini düşünmüştüm.) Bu tür kitaplarda günlük ortalama okuma hızım 1200 sayfa civarındadır. Proust’un YKY’den çıkan tüm kitapları bir haftasonunda gayet keyifli bir yemeğe dönüşüverir bende... Okumanın hazzını keşfedeli beri, bu hazzın içinde kendini kaybedercesine okumaktan hoşnutumdur. Dünyada yerinde olmayı istediğim tek kişi ise Peter Kien’dir. Canetti’nin Körleşme’sini okuyanlar, onu tanır. Fakat şiir kitaplarını okumak farklıdır. Dönüp dönüp okunur onlar. Girdap okumaları yaptırırlar. Mevlânâ’yı, Yunus’u, Baki Efendi’yi, Nedim’i, Necati’yi, Fuzuli’yi dönüp dönüp okurum. Kezâ Baudelaire’i, Rilke’yi, Paz’ı, Eliot’ı da... Kezâ Yahya Kemal, Haşim, Dağlarca, Necatigil, Dranas, Sezai Karakoç, Attila İlhan, Asaf Halet, İlhan Berk, Cansever, Uyar, Hilmi Yavuz dönüp dönüp baktığım şairler olmuştur. Onlar ve sayamadığım başka şairler olmasaydı, şiir yazabilir miydim, doğrusu bilmiyorum.
Dünyaya karşı koyabilmek için mi?
Kitap denen nesneyle birlikte çevreyi saran her şeyi de okumak gibi tuhaf bir huyun, bir illetin pençesinden insan nasıl kurtulabilir? Belki yazmaya da bu yüzden başlamışımdır. Her şeye bir düzen verebilmek umuduyla. Elimden kayan bu parçalı, anlamı karışık dünyaya karşı koyabilmek için, kim bilir? Borges’in kör bir kitaplık müdürü olmasını, ilahi bir şaka gibi görsem de, Rilke’nin “Akşam benim kitabım” dizelerini sık sık tekrarlasam da, dünyanın Allah’ın işaretlerini okumak üzere apaçık bir kitap olarak insanın ayağına serildiği o ilk anı düşünmeyi sürdürürüm. Ve sanırım, Adem’in şaşkınlığı ve yalnızlığındaki azabtan kurtulmak için kapıldığım bu okuma illetinden giderek şikâyet eder hale geliyorum... Pehlivan tefrikalarını bitirdikten sonra, kendi kendime gazetenin kalan kısmına devam ettiğimi görüp beni uyaran dedemin sesi kulağımdan hiç gitmiyor; “More çucuk, çok okursun, yazıktır sana!”... Haklıymış rahmetli.