Eğlencenin,Paylaşımın Zirveye Vurdugu adres Forumca ... |
|
| A'dan Z'ye Osmanlı Devleti | |
| | |
Yazar | Mesaj |
---|
İsyankar Paylaşımcı
Mesaj Sayısı : 958 Yaş : 37 Nerden : Nereye:)) Ruh Hali : Takım : Kayıt tarihi : 29/09/08
| Konu: Geri: A'dan Z'ye Osmanlı Devleti 10/7/2008, 4:12 pm | |
| OLAYLAR
HAÇLI SEFERLERİ
Avrupalıların 11. yüzyılın sonları ile 13. yüzyılın sonları arasında Müslümanların elinde bulunan ve Hıristiyanlarca kutsal sayılan Kudüs ve dolaylarını geri almak için düzenledikleri seferlere Haçlı Seferleri denilmiştir. Haçlı Seferleri'nin dini, siyasi ve ekonomik nedenleri vardır:
Dini Nedenler
Hıristiyanların, kutsal yerleri, özellikle Kudüs'ü Müslümanlardan geri almak istemesi. Katolik Kilisesi'nin Ortodoks dünyasını egemenliği altına almak istemesi. 10. yüzyılda Fransa'da ortaya çıkan Kluni Tarikatı'nın Hıristiyanları Müslümanlara karşı kışkırtması. Din adamlarının etkisi ile Hıristiyanlarda oluşan koyu fanatizm. Papa ve din adamlarının nüfuzlarını arttırmak istemeleri. Siyasi Nedenler
Avrupalıların Türkleri, Anadolu, Suriye, Filistin ve Akdeniz'den uzaklaştırmak istemeleri. Türkler karşısında zor durumda kalan Bizans'ın Avrupa'dan yardım istemesi. Senyör ve şövalyelerin macera arayışları. Ekonomik Nedenler
İslam Dünyası'nın zenginliği, Avrupa'nın fakirliği. Avrupalıların doğudan gelen ticaret yollarına hakim olmak istemeleri. Avrupa'da toprak sahibi olmayan soyluların toprak elde etmek istemeleri. Avrupalıların doğunun zenginliklerine sahip olmak istemeleri. I. Haçlı Seferi (1096-1099)
Papa II. Urban ve Piyer Lermit'in çabalarıyla Avrupa'da kalabalık bir ordu hazırlanmıştı. Anadolu'ya ilk gelen düzensiz gruplar, I. Kılıç Arslan tarafından yok edilmişlerdir. Ancak bu grubun ardından şövalye, kont ve düklerden oluşan bir ordu, Anadolu'ya girdi. Türkiye Selçuklularının merkezi İznik kuşatıldı. Kılıç Arslan, İznik'i boşaltmak zorunda kaldı. Haçlılara karşı başarı ile mücadele eden Kılıç Arslan, Haçlıları çok kalabalık olmalarından dolayı durduramamıştır. Antakya'yı işgal eden Haçlılar, 1099'da Kudüs'ü Fatımilerden aldılar. Sonuçta:
Kudüs, Haçlıların eline geçti. İznik ve Batı Anadolu, Bizans'ın eline geçti. Anadolu Selçukluları, İznik'i kaybedince Konya'yı başkent yaptılar. Haçlılar, ellerine geçirdikleri Antakya, Urfa, Trablusşam, Sur, Yafa, Nablus gibi şehirlerde feodalite rejimine dayanan dükalık ve kontluklar kurdular. II. Haçlı Seferi (1147-1149)
Musul Atabeyi İmadeddin Zengi, Urfa'yı 1144'te Haçlılardan aldı. Ardından Halep ve Şam alınınca Kudüs Krallığı Papa'dan yardım istedi. Papa'nın çağrısı ile Alman İmparatoru III. Konrad ile Fransa Kralı VII. Lui, ayrı yollardan Anadolu üzerine sefere çıktılar. İki ordu da Anadolu Selçukluları tarafından bozguna uğratıldı. Ordularının büyük kısmını kaybeden iki kral, Şam'a saldırdılar, fakat başarılı olamadılar.
III. Haçlı Seferi (1189-1192)
Mısır'da devlet kurmuş olan Selahaddin Eyyubi, Haçlılarla amansız bir savaşa tutuştu. Amacı, Suriye'deki Haçlı üstünlüğüne son vermekti. Selahaddin Eyyubi, bu mücadelede başarılı olarak 1187'de "Hıttin" denilen yerde Haçlıları yendi. Kudüs dahil olmak üzere Suriye'nin büyük bir bölümünü Haçlı istilasından kurtardı.
Kazanılan bu zaferler, Avrupa'da duyulunca, her yerde dini propagandalar yapıldı. Alman İmparatoru Frederik Barbaros, Fransa Kralı Filip Ogüst ve İngiltere Kralı Arslan Yürekli Rişar komutası altındaki yeni Haçlı orduları harekete geçtiler. Kara ve deniz yollarıyla gelen Haçlı orduları, Kudüs'ü almayı başaramayarak geri döndüler.
IV .Haçlı Seferi (1204)
Eyyubiler, Haçlılarla mücadeleye devam ediyorlardı. Filistin'deki Yafa ve sahil şeridindeki bazı kaleler, Eyyubilerin eline geçince Papa, bütün Hıristiyanları sefere çağırdı. Haçlılar, bu defa deniz yolunu kullanmak istediler ve Venedik ile anlaştılar. Bu sırada Bizans'ta taht kavgaları sürüyordu. İmparator olmak isteyen Aleksi Angelos, Haçlılardan çeşitli vaadlerle yardım istedi. Papa'nın muhalefetine rağmen İstanbul'a gelen Haçlılar, tahttan indirilen İzak ve oğlu Aleksi'yi imparator ilan ettiler ve İstanbul'u yağmaladılar.
İstanbul halkının ayaklanarak imparatoru ve oğlunu öldürmesi üzerine Haçlılar, İstanbul'u işgal ederek Latin İmparatorluğu'nu kurdular (1204). İstanbul'dan kaçan Bizans soyluları, İznik Rum İmparatorluğu'nu (1204 -1261) ve Trabzon Rum İmparatorluğu'nu (1204 -1461) kurdular. İznik Rum İmparatorluğu, 1261 yılında Latin İmparatorluğu'nu yıkarak Bizans'ı tekrar canlandırmıştır.
V. Haçlı Seferi (1228)
Papa'nın çağrısı üzerine Alman imparatoru II. Frederik, deniz yolu ile Akka'ya geldi (1228). Bu sırada Eyyubiler, iç mücadeleler ile uğraşıyorlardı. Haçlılar, bundan yararlanarak Sayda ve Kudüs'ü kuşattılar. Haçlılarla başa çıkamayacağını anlayan Eyyubi Hükümdarı Melik Adil, Haçlıların Kudüs'te serbestçe oturma şartını kabul ederek 10 yıllık bir anlaşma yaptı (1229). Böylece Haçlılar amaçlarına ulaştılar. Ancak Filistin'e kadar inen Harzem Türklerinin Haçlıları yenmesiyle Eyyubiler Kudüs'ü yeniden ele geçirdiler (1244).
VI. Haçlı Seferi (1248)
Kudüs, tekrar Türklerin eline geçince, Papa yeniden Hıristiyanları sefere çağırdı. Ancak Avrupalılar seferlerden bıkmışlardı. Sadece Fransa Kralı Sen Lui sefere çıktı. Sen Lui de Eyyubi Hükümdarı Turanşah'a esir düştü. Önemli miktarda kurtuluş parası vererek Fransa'ya dönebildi.
VII. Haçlı Seferi (1270)
Fransa Kralı Sen Lui, kardeşinin kışkırtmalarıyla son Haçlı Seferi'ne çıktı. O sırada Tunus'tan kalkan Arap korsanları, doğuya giden Hıristiyan gemilerine zarar veriyordu. Bu yüzden Tunus'a sefer düzenleyen Sen Lui ve ordusunun yarısı, veba salgını nedeniyle öldü. | |
| | | İsyankar Paylaşımcı
Mesaj Sayısı : 958 Yaş : 37 Nerden : Nereye:)) Ruh Hali : Takım : Kayıt tarihi : 29/09/08
| Konu: Geri: A'dan Z'ye Osmanlı Devleti 10/7/2008, 4:13 pm | |
| Haçlı Seferleri'nin Sonuçları
Dini Sonuçlar
Avrupa'da kiliseye ve din adamlarına duyulan güven sarsıldı. Skolastik düşünce zayıfladı. Kilise ve Papa'nın otoritesi sarsıldı. Siyasi Sonuçlar
Seferler sırasında binlerce senyör ve şövalyenin öldü. Sağ kalanların bir kısmı da topraklarını kaybetti. Böylece feodalite rejimi zayıfladı. Merkezi krallıklar, güç kazanmaya başladılar. Feodalitenin zayıflamasıyla köylüler, çeşitli haklar elde ettiler. Türklerin batıya doğru ilerleyişleri bir süre için durdu. Bizans, Batı Anadolu'daki toprakların bir kısmını ele geçirdi. Haçlılar ile yapılan mücadeleler, İslam Dünyası'nı, Moğol saldırıları karşısında güçsüz bıraktı. Ekonomik Sonuçlar
Doğu-batı ticareti gelişti. Marsilya, Cenova, Venedik gibi Akdeniz limanları önem kazandı. Avrupalılar, dokuma, cam ve deri işleme sanatını öğrendiler. Papaların ve kralların seferlere mali destek sağlamak için İtalyan bankerlerine başvurmaları, bankacılığı geliştirdi. Avrupa'da hayat standartları yükseldi. Ticaretle uğraşmaya başlayan şehir halkı, zenginleşerek burjuva sınıfını oluşturdular. Anadolu, Suriye ve Filistin, ekonomik bakımdan zarar gördü. Teknik Sonuçlar
Pusula, barut, kağıt ve matbaa, Avrupa'ya götürüldü. Bunlar, Avrupa'da bilim ve teknik alanında gelişmelere yol açtı. Avrupalılar, İslam Medeniyeti'ni yakından tanıdılar ve faydalandılar. Avrupa'da kültür hayatı canlandı. | |
| | | İsyankar Paylaşımcı
Mesaj Sayısı : 958 Yaş : 37 Nerden : Nereye:)) Ruh Hali : Takım : Kayıt tarihi : 29/09/08
| Konu: Geri: A'dan Z'ye Osmanlı Devleti 10/7/2008, 4:13 pm | |
| TBMM
12 Ocak 1920'de toplanan Meclis-i Mebusan, 28 Ocak 1920 tarihindeki gizli oturumunda "Ahd-i Milli" olarak Misak-ı Milli kararlarını almış ve kararlar bütün mebuslar tarafından imzalanmıştı. 17 Şubat 1920 tarihli oturumunda da basında yayınlanması ve bütün yabancı parlamentolara bildirilmesi kararlaştırıldı. 15 Mart'ta, İstanbul'daki İtilaf kuvvetleri 150 Türk aydınını yakalatmış ve ertesi gün de şehir fiilen ve resmen askeri işgale maruz kalmıştı.
18 Mart 1920'de İngilizler, meclisin etrafını makineli tüfeklerle sararak, toplantı halinde bulunan milletvekillerinden bazılarını tutuklayarak ve sürükleyerek götürdüler. Bunun üzerine milletvekilleri meclisin çalışma süresini ertelediler. Böylece, son Osmanlı Meclis-i Mebusanı düşman süngüsü altında zorla kapatıldı.
Bu işgali, fedakar bir telgraf memuru Manastırlı Hamdi Efendi vasıtasıyla öğrenen Mustafa Kemal Paşa, derhal bu hareketi protesto ederek, bu işgalin haksız ve hükümsüz olduğunu bütün dünyaya beyan etti. Bu arada, Eskişehir ve Afyonkarahisar'daki yabancı birlikler, silahları ellerinden alınarak, bulundukları yerlerden uzaklaştırıldı. Geyve-Ulukışla yakınlarındaki demiryolları işgal kuvvetlerinin ilerlemelerini zorlaştırmak için bozuldu. Anadolu'da bulunan yabancı subaylar tutuklandı.
Ankara'da olağanüstü yetkilere sahip bir meclisin açılması belirlendi. Kurucu Meclis olarak çalışması düşünülen bu meclisi, Mustafa Kemal, halkın yadırgamaması için "olağanüstü yetkilere sahip bir meclis" olarak takdim etti. Kurucu Meclis ve seçimlerle ilgili 19 Mart 1920'de bir bildiri yayınladı. Seçimlerin yapılması için yayınlanan bu bildiri uyarınca, yurdun her yerinde seçimler yapıldı. Bolu Düzce, Hendek bölgesinde başlayan ve Nallıhan, Beypazarı çevresine sıçrayan bazı ayaklanma olayları oldu. Bu olaylardan dolayı, seçilen milletvekillerinin tümünün gelmesi beklenilmeden, Millet Meclisi'nin açılma hazırlıkları yapıldı.
22 Nisan 1920'de yapılan çağrı ile Millet Meclisi, 23 Nisan 1920 günü toplandı. O gün, Hacı Bayram Camii'nde kılınan Cuma namazından sonra topluca Meclis binasına gelindi. Türkiye tarihinde ilk kez padişah olmaksızın, 23 Nisan 1920, saat 14'de merasimle ve dualarla Meclis açıldı. Başkanlığa ilk olarak en yaşlı üye olan Sinop Milletvekili Şerif Bey getirildi. İlk Meclis, İstanbul'dan gelen 90'ın üzerindeki mebusa ilave olarak, 125 devlet memuru, 53 asker, 53 din adamı ve çeşitli sayıda tüccar, çiftçi ve hukukçudan oluşan kadrosuyla çalışmalarına başladı. Mustafa Kemal, 24 Nisan 1920'de Meclis Başkanı seçildikten sonra, meclise teşekkürlerini ifade ederek ilk meclis konuşmasını yaptı.
23 Nisan 1920'de kurulan yeni Meclis, 1 numaralı kararı ile kendi kuruluşunu düzenlemiştir. Erzurum Kongresi ve Sivas Kongresi kararlarına uygun olarak milli iradeye dayanan bir meclisin seçimi yapılmıştır. Kapatılan İstanbul Meclis-i Mebusan'ın bir kısım üyeleri, yeni kurulan Meclis'e katılma yetkisini 1 numaralı karar ile kazandılar.
Meclisin açılışını izleyen gün, Mustafa Kemal'in teklifi ile aşağıdaki esaslar kabul edildi.
1) Mecliste beliren milli iradenin vatanın geleceğine doğrudan doğruya el koymasını kabul etmek temel ilkedir. Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin üstünde bir güç yoktur.
2) Türkiye Büyük Millet Meclisi, yasama ve yürütme yetkilerini kendinde toplamıştır.
3) Hükümet kurmak gereklidir. Meclisten seçilecek ve vekil olarak görevlendirilecek bir kurul hükümet işlerine bakar. Meclis başkanı bu kurulun da başkanıdır.
4) Geçici bir hükümet başkanı veya padişah vekili tayin edilmesi uygun değildir. Padişah ve halife, baskı ve zordan kurtulduğu zaman, Meclis'in düzenleyeceği kanuni esaslara uygun olan durumunu alır.
23 Nisan 1920'de kurulan Büyük Millet Meclisi yasama ve yürütme, zaman zaman da yargı yetkisini elinde topluyordu. Milletin tek temsilcisi sıfatıyla da kuvvetler birliği sistemini benimsedi. Dönemin şartları gereği bir Meclis Hükümeti sistemi kuruldu. Meclis Başkanı aynı zamanda Hükümet Başkanı idi. Devlet Başkanlığı diye bir makam yoktu. Hükümeti teşkil eden üyeler vekil diye adlandırılıyordu. Meclis olağanüstü yetkilerle donatılmış olduğundan, kuvvet ve yetki birliğini de bu niteliği ile temsil ediyordu. | |
| | | İsyankar Paylaşımcı
Mesaj Sayısı : 958 Yaş : 37 Nerden : Nereye:)) Ruh Hali : Takım : Kayıt tarihi : 29/09/08
| Konu: Geri: A'dan Z'ye Osmanlı Devleti 10/7/2008, 4:13 pm | |
| NlZAM-l CEDID
On sekizinci yüzyılın sonunda, askerî ve idarî sahalardaki düzensizliklere çare bulmak için yapilan girişimlrin tümü bu adla anılır. Ayrica, Avrupa usulleriyle meydana getirilen talimli orduya verilen isim de Nizam-ı Cedid'dir. Bu terim, ilk defa Fazil Mustafa Pasa tarafindan, sadr-i azamligi esnasinda, maliyede yapilan bazi yenilikler için kullanilmistir. Daha sonra Sultan Üçüncü Selim Han (1789-1807) devrinde de, simdi anlasilan manâda kullanilmaga baslanmistir. Ancak, Nizâm-i Cedid, genis ve dar manâda olmak üzere iki sekilde tarif edilmistir. Dar manâda; Sultan Üçüncü Selim Hân devrinde, Avrupai tarzda yetistirilmek istenen askeri; genis manâda ise; yine ayni padisah devrinde devlet teskilâtinin bütününde yapilmak istenilen yenilikler olarak bilinmektedir. Bu tariflerden ikincisi daha dogru olarak kabul edilir.
Onsekizinci asir boyunca devam eden askeri basarisizliklar, bunlari takib eden günlerde islahat layihalarinin verilmeleriyle neticelenirdi. Bunlarin içinde, Halil Hamid Pasa'nin askerlik sahasindaki nizâmnâmesi en önemlisidir. Sultan Üçüncü Selim'in tahta çikisina kadar asagi yukari yüz sene kadar devam eden islahat hareketlerinin bir merhalesini teskil eden Nizâm-i Cedid fikri, tamamen bu padisahin sahsina baglanir. Gerçektep sehzadeligi ve veliahtligi esnasinda devletin içinde bulundugu durum için yapilan islahat tesebbüslerini yakindan takip etmistir.
Nizâm-i Cedid hareketi, Sultan Üçüncü Selim'in tahta çikisiyla beraber belli bir tertib içinde uygulanmaga baslandi. Böyle yeni bir sistemin konulmasi için, öncelikle bazi yönlerden örnek alinacak Avrupalilarin ilerlemesinin sebeblerinin incelenmesi ve devlet adamlariyla âlimlerden tesekkül edilecek bir danisma meclisinin kurulmasi icab ediyordu. Padisah, mesveret (danisma) meclisi teskiliyle, yeni fikrin, bir sahsin degil, devletin mali olmasi gayesini güdüyordu. Islahat için yirmiiki devlet adamindan, bu konudaki düsüncelerini açiklayan birer rapor hazirlamalarini istedi. Yirmiiki kisinin ikisi Avrupali idi. Bunlardan Bertrauf Osmanli Ordusu'nda çalisan'bir subay, digeri ise Isveç konsoloslugunda çalisan D'Ohosson idi. Türk devlet adamlarinin belli baslilari ise, Sadriazam Koca Yusuf Pasa, Veli Efendizâde Emin, Defterdar Serif Efendi, Tatarcik Abdullah Efendi, Cavusbasi Efendi ve tarihçi Enver Efendi idi.
Diger taraftan Ebu Bekir Râtib Efendi, o devir için Avrupanin güçlü devletlerinden olan Avusturya'nin bassehri Viyana'ya sefaret vazifesiyle gönderildi. Gönderilen bu elçiden, Avusturya'nin bütün müesseselerini incelemesi ve rapor etmesi istendi. Sekiz aylik bir seyahat neticesinde yazilan bu sefaretnâmede, alinmasi gereken baslica tedbirler su maddeler içinde özetlenebilir: l. Hazinenin dolu ve düzenli olmasi, 2. Askerin itaatli olmasi, 3. Devlet adamlarinin dogru ve sadik kimseler olmasi, 4. Halkin refah ve himayesinin temini, 5. Bazi devletlerle ittifak anlasmalarinin yapilmasi.
Ebu Bekir Râtib Efendi'ye göre, örnek seçilecek bir devletin askerî kanunlari ve nizamlari iktibas edilerek, kendi bünyemize uydurup, ihtiyacimiza cevap verecek bir Nizâm'i Ccdid ordusunun kurulmasi gerekiyordu. Padisahin düsüncelerine tesir eden bu sefaretnâme, Nizâm-i Cedid programinin hazirlanmasinin bir safhasini teskil ediyordu.
Kendisinden önceki padisahlarin, islahat hareketlerindeki düsüncelerinden faydalanmasini bilen Sultan Üçüncü Selim Hân, Sultan Üçüncü Ahmed Hân devrinde yapilmak istenilen islahatin, devlet adamlarindan gizli olmasinin zararlarini gördügünden, devlet adamlari ve âlimleri yanina çagirarak, onlarin düsüncelerinden faydalanma ve memleketlerin durumunu daha iyi tahlil etme imkânini ele geçirmek istedi. Ancak layihalari kaleme alan kimselerin askerlik sahasinda tecrübe sahibi kisiler olmamasi, köklü tekliflerin gelmesine mâni oldu.
Verilen layihalar, baslica üç görüs üzerinde toplaniyordu: 1. Ordunun, Kanunî Sultan Süleyman Kanunlari'na göre islah edilmesi. 2. Sultan Süleyman Kanunlari'na, Avrupa nizamlarini tatbik ederek yeniden ordu teskili, 3. Yeniçeri Ocagi tamamen kaldirilarak, Avrupa usûllerine göre yeni bir ordunun kurulmasi, üçüncü düsüncede olanlara göre, devletin eski kanunlari ihtiyaca cevap veremez hâle gelmis, Yeniçeri'ye fesad karismasi da ordunun bozulmasina sebep olmustu. Çiftçi, esnaf gibi meslek sahiblerinin, bir yolunu bularak birer Esamî ele geçirmeleri de bunlari esnaflikla Ugrasan kisiler hâline getirmisti. Bu sebeblerden dolayi Yeniçeri Ocagi'ni bir tarafa birakarak, tamamen Avrupa usulleriyle yeni bir ordu kurulmaliydi.
Sultan Üçüncü Selim Hân, bu fikirlerden üçüncüyü seçti. Programin uygulanmasi için tertib edilen hey'etin basina, Ibrahim Ismet Beg gibi dirayetli bir sahsi getirdi. Bu zat, isin baslangicinda olabilecek tehlikeleri dile getirmisti. Islahat hey'etinin hazirladigi program, yet-misiki maddeden meydana geliyordu. Öncelikle askerlikle ilgili maddelerin tatbikatina geçildi.
Yeniçeri Ocagi'nin birdenbire kaldirilmasinin devlete verecegi zararin ortada oldugundan, bu ocagin islah edilmesi sirasinda yeni ordunun kurulmasi çalismalarina baslandi. Yeniçeri Ocagi'na haftada birkaç gün mecburî talim konuldu. Humbaraci, Topçu lagimci ve Toparabaci ocaklarinin yeni kanunnâmeleri hazirlandi. Bunlar ordunun teknik siniflarini teskil edeceklerdi.
Yeni ordunun teskili ise, Sadr-i â'zâm Koca Yusuf Pasa'nin Zistovi ve Yas ândlasmalarindan sonra cepheden Istanbul'a dönmesi ile baslar. Sadr-i â'zâmin Avrupa'dan subay da getirmesi, talimli piyade askerinin teskilini hizlandirdi. Padisah bu ordunun Yeniçeriler' den bagimsiz ve genç Yeniçeriler'in buraya alinmasini istiyordu. Ancak bunun mahzurlarinin olmasi, yeni ordunun Bostanci Ocagi'na bagli, onikibin mevcudlu ve örnek bir ordu gibi teskili yoluna gidildi. Levend çiftligi Kanunnâmesi ile yeni ordunun kadrolari ve diger mes' eleleri açiklanmis oluyordu. | |
| | | İsyankar Paylaşımcı
Mesaj Sayısı : 958 Yaş : 37 Nerden : Nereye:)) Ruh Hali : Takım : Kayıt tarihi : 29/09/08
| Konu: Geri: A'dan Z'ye Osmanlı Devleti 10/7/2008, 4:13 pm | |
| Nizâm-i Cedid ordusunun kurulusunda ortaya' çikan diger bir problem de, halkin, özellikle Yeniçeri Ocagi'ni benimsemesi, böylelikle meydana gelecek zarari önlemekti. Zarari önlemek içinde halk arasinda muteber olarak bilinen devlet adamlarindan faydalanma yoluna gidildi. Yapilan propaganda da, yeni ordunun Istanbul'da Rus tehlikesine karsi muhafaza için kuruldugunu, Istanbul'a karsi bir tehlike esnasinda Anadolu ve Rumeline dagilmis olan, çiftçilikle ugrasan askerin geç gelmesinin doguracagi tehlikeler anlatildi. Pek tesirli olmamakla beraber yapilan propaganda neticesi, ilk andaki tepkiler önlenmis oldu. Sessizlikten istifade etmek isteyen devlet, Anadolu'da asker yetistirme hareketine giristi. Bu harekette, Karaman Valisi Kadi Abdurrahman Pasa ile Amasya Sancakbeyi Cabbarzade Süleyman beg'in gayretleri semeresini verdi. Ancak Yeniçeri Ocagi'na talim mecburiyeti konmasi, hariçden Esamî satin alarak ulufeye kaydolanlarin isine gelmemesi ve ocak içinde usulsüz aidat topliyanlarin, kanunnâme ile engellenmesi, çikarcilari zor duruma soktu. Yapilan karsi propaganda neticesi önce Yeniçeriler talime çikmamaya basladi, sonra da Nizâm-i Cedid' e kaydolanlarin dagilmalari, devlet adamlarina Nizâm-i Cedid'in sadece orduda uygulandigini anlatmis oldu. Bu esnada Levend'den baska Üsküdar'da Kadi Abdurrahman Pasa'nm askerlerinden tesekkül eden yeni bir ordu tesis edildi.
Nizam-i Cedid ordusunun kurulmasinin yani sira Tophane, Tersane ve Mühendishane'nin de yeniden organizasyonuna baslandi. Tophane mensuplari elenerek yenilendi, Avrupa'dan top döküm ustalari getirilerek yeni ve kuvvetli top imalâtina baslanildi. Çok ihmâl edilmis olan donanma ve tersanenin islahatina girisildi ve bu konu, Küçük Hüseyin Pasa'ya verildi. Alinan tedbirler neticesinde donanma her yönden güçlendi. Fennî egitimde tahsil ve terbiyenin ilerlemesi için, 1773' de açilan Mühendishâne-i Bahri-i Hümâyûn genisletilerek, Teknik üniversite mahiyetindeki Mühendishâne-i Bahri-i Hümâyûn, 1794'de kuruldu. Bu okullarda, genis ölçüde yabanci ögretmenlerden faydalanildi. Okullarin kitap ihtiyacini karsilamak için de Üsküdar matbaasi yeniden tesis edildi.
Yapilan degisiklikler, devlet bütçesine agir yük getiriyordu. Yükün kaldirilmasi için, sadece Nizâm-i Cedid'in giderlerini karsilayacak Irad-i Cedid denilen yeni bir hazine kuruldu. Ayrica Irad-i Cedid, ileride meydana gelebilecek harplerin giderlerini de karsilayacakti, îkiyüzbin kese degerinde olacak bu hazinenin gelir kaynaklarini, Rüsum-i Zecriye denilen tütün, içki ve kahveden alinan vergilerle, mahlûl mukataalardan alinan vergi ve her sene yenilenen beratlardan alinan vergiler teskil ediyordu. Hazinenin hesaplarini görmek için de talimli asker nâzin, Irad-i Cedid Defterdari tayin edildi.
Nizâm-i Cedid hareketi, askeri sahadaki yeniliklerin yani sira idarî, siyasî ve ticarî sahalarda ayni istikamette bir takim tesebbüsleri beraberinde getirdi. Idarî sahada, Anadolu ve Rumeli, yirmisekiz vilayete bölündü ve vezir sayisi buna uygun hâle getirildi. Idareciligi menfî olan ve ehliyetsiz kisilere vezirlik verilmemesine dair Kanunnâme çikarildi ve tayinlerin yapilmasi hakki Padisah ve Sadrazama verildi. Vezirlerin memuriyet süresi, en az üç, en çok bes yil arasinda sinirlandirildi. Kadilarin durumu, timar nizâmnâmesi düzenlenerek, yapilacak muamelelerin kanunnameye uygun olmasina dikkât edildi.
Osmanli Devleti'nin iktisadî, idarî, siyasî sahalarinda yapilan yenilik ve Islâhatlar, yapilan menfi propaganda, içteki ve distaki basarisizliklar sebebiyle istenilen neticeyi veremedi. Islahatlari tatbik edenler arasinda, padisaha tam olarak itaat edenlerin sayisinin az olmasi da basarisizliklari getirdi. Harici düsmanlar yapilan savaslar, Arabistan'da Vehhabî, Mora'da Rum, Balkanlar'da Sirp isyanlari ile diger küçük çaptaki isyanlari bastirmakta güçlükle karsilanilmasinin suçu, devamli Nizâm-i Cedid askerine yüklendi. Yeniçeri Ocagi mensublarinin da Nizâm-i Cedid askerinin çogalmasiyla kendi maaslarinin ellerinden gidecegi korkusu, cephe almalarina sebeb oldu. Fransa'nin Osmanli Devleti aleyhine cephe alip, Istanbul'daki Fransiz sefirinin el altindan Yeniçerileri, "maaslariniz alinip, devlet ileri gelenlerine dagitilacaktir" seklindeki tahrikleri de etkili oldu. Bu hareketin basarisizliginda bazi kötü tesadüflerin, korkak ve müsrif devlet adamlarinin da tesiri oldu. Devlet bütçesinden yapilan masraflarin artmasi, hileli sikke kesilmesi veya yeni yeni vergilerin konulmasina bagli olarak, esya fiyatlari artti. Tasrada vergi tahsildarlarinin suistimalleri, halka büyük *****ti getirdi. Bu sebeblerden, yenilige karsi olan unsurlar, Nizâm-i Cedid'i yikmak için firsat arar hâle geldiler.
Napolyon'un Misir seferi sirasinda Akka Kalesi'nin önündeki savasta basari kazanan Nizâm-i Cedid ordusundan, Sirp isyanlarina ve Rusya ile savas tehlikesine karsi faydalanilmak istendi ve ordu Rumeline geçirildi. Ancak bu durumdan süphelenen Rumeli ayanina, ordunun Sirp isyanini bastirmakla vazifeli oldugu ilân edildi. Fakat, Sadr-i â'zâm Ismail Pasa'nin ve yenilige muhalif olanlarin Rumeli ayani ve Yeniçerileri tahriki, olaylarin baslangici oldu. Ilk hadise Tekirdag'da meydana geldi. Burada kurulacak Nizâm-i Cedid ordusuna dair fermani okuyan kisiyi yeniçeriler öldürdüler. Askeri Edirne'ye götüren Kadi Abdurrahman Pasa'ya mukavemet edilmesi, iç harp tehlikesi derecesine ulasti. Ingiliz donanmasinin Istanbul'u yakmakla tehdit ettigi ve düsmanin sinirlara asker yigdigi sirada böyle bir isyanin baslamasi, devletin selâmeti açisindan kötü neticeler doguracagi asikardi. Bu sebeble Üçüncü Sultan Selim Hân, Abdurrahman Pasa'yi geri çagirdi. Arzu edilen neticenin aksine, muhaliflerin taskinliklarini artirmaktan baska bir ise yaramadi. Zira yenilik düsmanlarinin simarmalarina sebebiyet verilmisti. Istanbul'da Bogaz yamaklari isyan etti.
Edirne'deki hadiseden sonra merkezde yapilan degisiklikler, fayda yerine zarar getirdi. Tayinlerle, görünüsde Nizâm-i Cedid taraftari olanlar, makam sahibi oldular. Ordunun da Istanbul'da bulunmayisini firsat bilen Yeniçeri ve yenilik muhalifleri, Nizâm-i Cedid'i ortadan kaldirmaga karar verdiler. Bu karardan habersiz. olan padisah. Bogaz yamaklarini Nizâm-i Cedid'e dahil etmege çalisiyordu. Köse Musa Pasa ise el altindan haber göndererek, bu askerleri; "Eger, Nizâm-i Cedid elbisesi giyerseniz dinden çikarsiniz, giymezseniz ocaktan atilirsiniz. Belki de Nizâm-i Cedid sizi öldürecek" diye tahrik ediyordu. Tahrikler sonucu 26 Mayis 1807 tarihinde Büyükdere çayirinda toplanan Yeniçeriler isyani baslattilar. Baslarina reis olarak seçtikleri, Kabakçi Mustafa denilen serkes de Istanbul halkina, yaptiklari isin mukaddes bir hareket oldugu yolunda propaganda yapti.
Bu esnada Kaymakam Köse Murad Pasa, bir taraftan Padisah'a isyani önemsiz gibi gösterirken diger taraftan, isyancilari bastirmaga hazirlanan Topçu ocagi'na, karsi gelmemelerini emreden haberi gönderiyordu. Böylelikle isyan programi düzenli olarak tatbik edilmege baslandi. Isyancilar Et Meydani'nda (Aksaray semti) toplandiktan sonra, devlet adamlarinin içinde bulunan Nizâm-i Cedid muhalifleriyle anlastilar. Padisah durumdan haberdar oldugunda is isten geçmisti. Isyanin bastirilmasi için Nizâm-i Cedid'in kaldirildigina dair bir ferman yayinladiysa da, asiler bu defa da, padisahtan on bir kisinin kendilerine teslimini istediler.
Kendisine on bir kişinin isimlerinin listesi verildiginde çok üzülen padisah, bütün bunlara sebeb, kendi yumusak huylulugu oldugunu söylemistir. Kan dökülmemesi için asilerin istekleri kabul edildi. Asiler verdikleri listede olan kisileri birer yolunu bulup katlettikten sonra is bununla bitmeyerek, yeni bir istekle ortaya çiktilar. Sira nihayet Nizâm-i Cedid'in mimari olan Sultan Üçüncü Selim'e geldi ve bu padisah iyi huylulugu, sefkati ve temiz ahlâki yüzünden sehit edildi. Isyanin neticesinde de memleket, Avrupa'ya yetismek yolunda uzun bir süre geri kalınmış oldu. | |
| | | İsyankar Paylaşımcı
Mesaj Sayısı : 958 Yaş : 37 Nerden : Nereye:)) Ruh Hali : Takım : Kayıt tarihi : 29/09/08
| Konu: Geri: A'dan Z'ye Osmanlı Devleti 10/7/2008, 4:13 pm | |
| Saltanatın Kaldırılması
Mudanya Mütarekesi'nden sonra, Lozan Barış Konferansı için hazırlıklar başlayınca, Osmanlı Hükümeti, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti yanında konferansa katılmak arzusunda olduğunu bildirdi. İtilaf Devletleri'nin, hala İstanbul'da bir hükümet tanımak ve onu da Türkiye ile birlikte konferansa çağırmak istemeleri ve bu hükümetin de, delegeleri beraberce seçmek için Büyük Millet Meclisi'ne başvurması, Mustafa Kemal Paşa'yı harekete geçirdi.
Sadrazamı Tevfik Paşa'nın barış konferansında görüş ve sözbirliği, Büyük Millet Meclisi Başkanlığı'na çektiği telgraf, Mecliste tepkiyle karşılandı. Gerek Mustafa Kemal Paşa'nın, 24 Nisan 1920 tarihli önergesinde ve gerekse 20 Ocak 1921 tarihli Anayasada egemenliğin millette olduğu ilan edilmişti.
Başkomutan Mustafa Kemal Paşa ve pek çok milletvekilinin ortak teklifi 30 Ekim 1922 günü TBMM'de görüşülmeye başlandı. Önergede Saltanatın kaldırıldığı belirtiliyordu. Saltanatla birleşmiş olan "halifelik" ise ondan ayrılacaktı. Ateşli görüşmeler sırasında şu düşüncelerin Meclis Genel Kuruluna hakim olduğu görüldü: Saltanat, Halifelikten ayrılsın ve kaldırılsın. Halifeyi biz seçelim; -Saltanat ve Halifelik birbirinden ayrılamaz. Bu nedenle, eğer Saltanat kaldırılırsa Halifelik de kalkmış olur ki, böyle bir durum düşünülemez.
Görülen şuydu: Başta Hüseyin Rauf (Orbay) Bey ve Refet (Bele) Paşa gibi, Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın yakın arkadaşlarının bulunduğu bir grup, Halifeliğin Saltanattan ayrılamayacağını ileri sürüyorlardı. Saltanatın kaldırılması hakkında kanun tasarısı, Türkiye Büyük Millet Meclisi Karma Komisyonunda görüşülürken, hilafetle saltanatın ayrılamayacağı düşüncesi ileri sürüldü. İlk grubun içinde bulunanlar ise böyle bir ayrımın mümkün olduğunu belirtiyorlardı.
Mustafa Kemal Paşa söz alarak, tarihsel ve bilimsel açıklamalarda bulunarak, yüksek sesle şunları söyledi: "Hakimiyet ve saltanat hiç kimse tarafından hiç kimseye, ilim icabıdır diye müzakereyle, münakaşa ile verilemez. Hakimiyet, saltanat kuvvetle, kudretle ve zorla alınır. Osmanoğulları zorla Türk Milletinin hakimiyet ve saltanatına vaziülyed olmuşlardı (zorla el koymuşlardı). Bu tasallutlarını altı asırdan beri idame eylemişlerdir. Şimdi de, Türk milleti bu mütecavizlerin hadlerini ihtar ederek, hakimiyet ve saltanatını isyan ederek kendi eline bilfiil almış bulunuyor.
Bu bir emrivakidir. Mevzubahis olan, millete saltanatını, hakimiyetini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız meselesi değildir. Mesele zaten emrivaki olmuş bir hakikati ifadeden ibarettir. Bu behemehal olacaktır. Burada içtima edenler (toplananlar) Meclis ve herkes meseleyi tabii görürse, fikrimce muvafık olur. Aksi takdirde, yine hakikat usulü dairesinde ifade olunacaktır. Fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir."
Mustafa Kemal Paşa'nın bu çok önemli ve tarihi konuşması sonunda, Karma Komisyon'da, görüşülen teklif hemen kabul edilmiş ve ivedilikle Genel Kurulda görüşülerek, 1 Kasım 1922'de 308 Numaralı karar olarak benimsenmiştir. Yeni Türkiye'nin yeni temellerinin de bir ifadesi olan bu karar ile, hilafet ve saltanat birbirinden ayrılmış, saltanat kaldırılmıştır. Ertesi gün, TBMM, Osmanlı veliahdı Abdülmecid Efendi'yi halife seçmiştir.
Böylece, çok önemli bir gelişme sağlanmıştır. TBMM'nin Saltanatı kaldırma kararı, İstanbul Hükümeti tarafından da benimsenmiştir. Hükümet istifa etmiştir. Devir ve teslim işlerine derhal başlanmıştır. Bu tutum, Saltanatın kaldırılmasının beklendiğini de gösterir. Saltanatın kaldırılma kararı üzerine, 17 Kasım 1922'de Sultan Vahidettin, İngiltere himayesine sığınarak Malaya zırhlısı ile yurdu terketmiş ve Malta'ya gitmiştir. Oysa Osmanlı tarihinde hiçbir padişahın düşmana sığınmak gibi bir tutum içine girdiği görülmemiştir | |
| | | İsyankar Paylaşımcı
Mesaj Sayısı : 958 Yaş : 37 Nerden : Nereye:)) Ruh Hali : Takım : Kayıt tarihi : 29/09/08
| Konu: Geri: A'dan Z'ye Osmanlı Devleti 10/7/2008, 4:13 pm | |
| 31 MART OLAYINI HAZIRLAYAN OLAYLAR
Giriş: Yakın çağlar Türk Tarihi ve siyaset hayatında, 31 Mart olayı önemli bir dönüm noktası teşkil eder. Tanzimattan sonra çağdaş bir devletin kurulması yolundaki çabalar büyük bir hız kazanmış, bu devirde Avrupa ile ilişkiler artmış ve bu ilişkileri ustalıkla idare edebilecek, Mustafa Reşit Paşa, Emin Ali Paşa gibi devlet adamları yetişmişti. Buna paralel olarak gazetecilikte ve genel olarak yayın hayatındaki ilerlemeler, küçük de olsa aydın bir kamu oyunun doğmasını sağlamıştı. Bu etkiler altında dünya olaylarını yakından izleyen, Doğuyu ve Batıyı iyi bilen bazı aydınlar yetişti. Artık, 19. yüzyılın ikinci yarısında, Batıdaki özgürlükçü fikirlerin de bu Osmanlı aydınlarınca benimsenmemesi doğaldı. Nitekim bu sıralarda Namık Kemal, Ziya Paşa gibilerinin önderliği altında, Yeni Osmanlılar diye tanınan ve Osmanlı Devletinin meşrutiyet esaslarına göre idare edilmesini isteyen bir topluluk meydana çıktı. Bu topluluk, Osmanlı devletinin meşrutiyet esaslarına göre idare edilmesini istemiyordu. Başta Mithat Paşa olmak üzere, bazı devlet adamları da bu düşünceleri paylaşmaktaydılar. İşte bu aydınların, siyaset adamlarının çalışmaları ve olayların da gelişmesi sayesinde Abdülhamit II. 1876 yılında I. Meşrutiyeti ilan edebildi. Ne var ki, parlamento hükümetinin Osmanlı Devletinde uygulanmasını zorlaştıran büyük bir engel vardı; bu da Osmanlı camiasının yapısıydı. Osmanlı devletinin halkı çeşitli din ve milletlerden meydana gelmişti. Öte yandan, ilk parlamentonun çalışmalarını yaptığı sıralarda yenilgiyle sonuçlanan Osmanlı-Rus savaşının sürmekte oluşu 1877-8 Mebusan Meclislerinde çeşitli yolsuzluk iddialarının ve sert eleştirilerin ortaya atılmasına yol açtı. Şüphesiz bu da, parlamentoya alışmamış hükümet çevrelerinin tepkisine neden oldu. Yukarıda anlatılan nedenlerden ötürü 14 Şubat 1878 de Abdülhamit II. Meclis-i Mebusanın toplantısına son verdi ve 1908 yılına kadar bir daha bu meclis toplanmadı. Böylece I. Meşrutiyet devri son buluyor ve mutlakiyet idaresine dönülmüş oluyordu. Yeni yetişen kuşağın Osmanlı İmparatorluğunda düzeltme yapılması amacı yavaş yavaş devlet içinde siyasi partilerin doğmasına yol açtı. Bunların içinde Kanun-u Esasinin tekrar yürürlüğe girmesi için mücadele eden 31 Mart olayından sonra Abdülhamit II.’nin tahttan indirilmesini sağlayan İttihat ve Terakki Cemiyeti en önde gelir. Derviş Vahdeti : Yine muhalefetin dinci kolu içerisinde sayılması gereken bir hareket Derviş Vahdeti tarafından temsil ediliyordu. Derviş, Kıbrıslı bir hafızdı. Üstünkörü bir takım İslami bilgiler edindikten sonra Nakşibendi tarikatine girmişti. Bir aralık İstanbul’a geldi, burada -kendi ifadesiyle- “gözü açıldı”. Kıbrıs’a döndüğünde İngilizce öğrendi, 15 yıl memurluk etti. 1902 de yeniden İstanbul’a geldi. 11 Aralık 1908’de Volkan gazetesini yayımlayamaya başladı. Gazetenin koleksiyonu incelendiğinde bunun sıradan dincilik yapan bir gazete olmadığı anlaşılır. Gerçekten gazetenin şu nitelikleri olduğu göze çarpmaktadır: 1) İslamiyetçi nitelik, 2) Hürriyetçi ve Kanun-u Esasi düzeninden yana nitelik, 3) İnsaniyetçi ve medeniyetçi nitelik, 4) Fedakarancı nitelik, 5) Sabahattinci ve muhalif nitelik, 6) Osmanlıcı, ittihad-ı anasırcı görüşler.
2. 31 MART OLAYINDAN ABDÜLHAMİT’İN TAHTTAN İNDİRİLİŞİNE KADAR GEÇEN OLAYLAR
A. Ayaklanmanın İstanbul’da Egemen Olduğu Günler
Ayaklanmanın Başlaması
Askerin Yaptıkları : 12 Nisan gününü 13 Nisana bağlayan gece yarısında Taşkışlada bulunan 4. avcı taburunun askerleri ayaklandılar, subaylarını bağladıktan sonra sabahleyin 2.45 de kışlalarından silahlı olarak çıkarak 3.45 de Sultanahmede geldiler ve Meclis-i Mebusanı kuşattılar. Askerlerin ellerinde bir beyaz, bir kırmızı ve birçok yeşil bayraklar vardı. Bu yeşil bayraklar İttihad-ı Muhammedi Cemiyetinin açılışında kullanılan bayraklardı. 4. Avcı taburunun askerleri diğer kışlalara da giderek oralarda bulunan askerleri ayaklanmaya çağırdılar. Bu çağrı üzerine, saat 5.45 de Kılıç Ali, Taşkışla kışlalarının askerleri ve Beyoğlu numune topçu alayları, Yıldızdaki 5., 6. ve 70 alayların askerleri Sultanahmette toplanmış bulunuyorlardı. 2. avcı taburu henüz katılmadığı gibi, mümtaz Kolağası Aziz Bey’in kumandasında bulunan 3. avcı taburu Ayasofyaya hiç gelmeyecekti. Bu sırada ayaklananların sayısı 3000’i aşıyordu. Bu saatte askerler havaya birkaç el ateş ettiler ve birkaç defa “Yaşasın Asker” diye bağırdılar. Gürültü üzerine halk, büyük kalabalıklar halinde meydanda toplandı. Bütün olup bitenler az çok düzen içinde oluyordu. Askerler birbirlerine kimsenin, özellikle azınlıkların ve yabancıların malına, canına dokunulmamasını sürekli olarak telkin ediyorlardı. Harbiye nazırı saat 5’de, 1. Ordu Kumandanı Mahmut Paşa’yı işbaşına çağıran bir telgraf çekti. Paşa telgrafı saat 7’de aldı. 8.30’a doğru Harbiye Nezaretine geldi. 9.15 ‘de Davut Paşa kışlasına bir telgraf çekilerek süvari birliklerinin yola çıkarılması emredildi; bu birlikler saat 10.45’de Beyazıta geldiler. Gelenlerden yirmi süvari Gedikpaşada bulunan ayaklanmış askerlerin üzerine gönderildi, bunlar dağıtılarak üçü yaralandı. Süvariler bir yandan Beyazıt dolaylarında yollarda biriken halkı dağıttılar. Bu sırada Harbiye nezaretinin kapılarına dağ topları ve makineli tüfekler yerleştirildiği gibi, Köprüden geçecek askerleri önlemek üzere Eminönüne makineli tüfek gönderildi. Başkaldıranlardan bir takımı Harbiyedeki askerleri kandırmaya çalışmışlar ama buna muvaffak olamamışlar, hatta Osmanlı’ya göre bazıları içerdekiler tarafından “paralanmışlardı.”
Harbiye Mektebinde : Öte yandan, Kuran’ın bildirdiğine göre bir aralık Muhtar Paşa, Abdülkadir Bey adında bir subay aracılığı ile Harbiye Mektebi öğrencilerine, diğer yüksek okul öğrencileriyle birlikte ayaklanmayı bastırmalarını teklif etmiş. Bunu Harbiyeliler “prensip itibariyle” kabul etmişler ama “nedense” bu iş olmamış. Paşa’nın ayaklanan askerlerden kurtulmak için Modada bir yabancı komşunun evine sığınması, sonra da vapurla Yunanistan’a kaçmış olmasının herhalde bir rolü olmuştur. Fakat öle anlaşılıyor ki, Harbiyeliler, belki de içlerinde İttihat ve Terakkiye muhalif birçok öğrencinin bulunması yüzünden böyle bir işe fazla hevesli görünmemişlerdi. O derece ki, 31 Martçıların görünüşteki önderi Hamdi Çavuş Harbiyeye gelmiş ve Harbiyelilerin ayaklanmaya katılmalarını teklif etmiş. Kuran bu teklife karşı tepkisini şöyle anlatıyor: “İmtihanları vesile ederek bu teklifi reddetmiştim.” Kuran’a göre Hamdi Harbiye okul yönetiminin, İttihatçı olmayan ve ona kafa tutan öğrencilere karşı aldığı disiplin tedbirleri yüzünden böyle bir teklifi uygun karşılayacaklarını sanıyormuş. Her ne ise, Harbiyeli subaylara karşı düşmanlık besleyen, hatta yer yer onları öldürmeye çalışan bir ayaklanmanın önderinin, o subayların yetiştiği okuldan yardım istemesi son derece gariptir. | |
| | | İsyankar Paylaşımcı
Mesaj Sayısı : 958 Yaş : 37 Nerden : Nereye:)) Ruh Hali : Takım : Kayıt tarihi : 29/09/08
| Konu: Geri: A'dan Z'ye Osmanlı Devleti 10/7/2008, 4:14 pm | |
| Yıldız Sarayında : Askerlerin mebuslar heyetinin Yıldız’a gitmesine engel olmuş olmasına rağmen, heyetten Yusuf Kemal Bey Yıldız’a gitmeyi başardı. Orada, daha önce kendiliklerinden gelmiş bulunan mebuslardan Esat Toptani Paşa’yı ve Müfit Bey’i buldu. Esat Paşa ikinci mabeyinci Nuri Paşa aracılığıyla Abdülhamit’in Ayasofyada askere görünmesini istedi. Nuri Paşa’nın sonradan Harp Divanında açıkladığına göre Abdülhamit bunu, “Beni parçalatmak istiyorlar” diye reddetmiş. Bunun üzerine Esat Paşa bir saltanat arabası verilmesini, bununla kendilerinin gidip askere söz anlatmalarını öne sürer. Padişah bunu da “Saltanat arabasına kardeşimi bindirip padişah ilan etmek istiyorlar” diye reddeder. Abdülhamit’in bu sırada büyük bir heyecan içinde bulunduğu tahmin edilebilir. Bunun üzerine, artık Sadrazam olmayan Hilmi Paşa’nın da onayı ile, Ali Cevat Bey’in askerlere, onları affeden bir irade-i seniye götürmesi kararlaştırıldı. Bu irade, hükümetin istifasının kabul edildiğini, yeni kabinenin kurulmak üzere olduğunu, güvenliğin korunacağını, o gün “içtimada” bulunan “asakir-i şahanenin ve birlikte bulunanların” Padişah tarafından affedildiklerini açıklıyor ve “ila yevm ül kıyam baki ve ali olan şeriatın bundan böyle de her tarafça ahkam-ı celilesine bir kat daha dikakt ve itina olunması tekiden” buyrulduğundan artık askerin askerin kışlasına, ahalinin de işine gücüne dönmesi istiyordu. Ayrıca Şeyhülislam bütün asker ve halka Padişahın selamını bildirmekle görevli kılınıyordu.
Öldürülenler : Ayaklanmanın ilk günü ölenler arasında Adliye Nazırı Nazım Paşa da vardı. Öğleden sonra Hilmi Paşa tarafından Babıaliden Saraya çağrılan Adliye Nazırı ile Bahriye Nazırı Rıza paşa, aynı arabayla yola çıktılar: Eminönüne geldiklerinde asker arabayı çevirip Meclise götürdü. Meclisin dış kapısından girerken bekleyen asker silaha davrandı. Rıza Paşa buna karşı çizmesindeki tabancayı çıkarmak isteyince kendisi ayağından, Nazım Paşa da kalbinden vuruldu. Ondan başka, Lazkiye mebusu Arslan Bey öldürüldü. İkdam’a göre öldürülen subayların sayısı dörttü. Bunlar ya askere engel olmak istedikleri için, ya da askere “tecavüz” etmeye kalkıştıkları için öldürülmüşler. Bir de Şerif Sadık Paşa ile uşağı öldürülmüştü. Ayrıca, Harbiye Nezareti önlerinde ayaklananlardan bazı kayıplar olduğu anlaşılıyordu. Şura-yı Ümmet ve Tanin gazete idarehaneleri de yıkılıp yağmalandı.
Basının tutumu : ikdam, Osmanlı, Volkan, Mizan, Serbesti gibi gazeteler ayaklananlardan yana tavır almışlardı. İkdam askerlerin düzenliliğini göstermek için elinden gelen çabayı gösteriyordu. Buna göre, zorbalıklar, karşı yanın kışkırtması ile, ya da meşru savunma durumunda olmuştu. Her polisin yanına iki asker verilmiş, bunlar İstanbul sokaklarında güvenliği sağlamışlar, birbirlerini yatıştırıp frenlemek için öğütler vermişlerdi. Askerler Adliye Nazırını öldürdükleri için pek üzgündüler: cenazesi “ihtifalat-ı lazime” ile kaldırılacaktı. Yabancılar ve müslüman olmayanların haklarına “fevkalade riayet edilmişti.”. Askerler ikişer, üçer elçiliklere giderek can, mal, ırza dokunulmayacağını açıklamışlardı. İkdam, yabancılar ve bu arada The Times muhabiri askerlerin gösterdikleri “intizamperverlik” ve “siyasi terbiyeye” hayran kalmışlardı. Ayasofyaya gelen Amerikan elçisi askerlerin isteklerini “muhik” görmüş ve ağırbaşlı davranışlarını takdir etmişti. Ayaklanmayı fırsat bilen Zaptiye tevfikhanesindeki tutuklular binayı ateşe vererek kaçmaya yeltenmişler, asker gelerek onların ayaklanmasını bastırmıştı.
Selanik’in Tepkisi : Ayaklanma haberi Selanik’e varır varmaz oradaki İttihat ve Terakki ile 3. Ordu derhal kesin bir tavır aldılar. 3. Ordu Kumandanı birinci ferik Mahmut Şevket Paşa’nın başkanlığında askeri kulüpte yapılan toplantıda, Rumeli’den gidecek bir ordu ile ayaklanmanın bastırılması kararlaştırıldı. Bu orduya Hareket Ordusu adının verilmesi toplantıda bulunan Mustafa Kemal’in düşüncesiydi. Ordunun başına Mustafa Kemal’in kumandanı Selanik redif fırkasının kumandanı ferik Hüseyin Hüsnü Paşa getirildi. Ordunun kurmay heyetine kolağası Mustafa Kemal de girdi. Ayrıca kamu oyunu harekete geçirmek üzere ertesi gün Selanik’te bir miting yapılması kararlaştırıldı. The Times’ın olayın ertesi günü çıkan yorumu şuydu: “İttihat ve Terakki’nin yerine bir çok kabiliyetli ulemanın üye olduğu rakip bir teşkilat geçmiştir. Muhammediye Cemiyeti başkente egemendir ve arkasında Birinci Ordunun bütün askerleri ve halkın silahlı bölümünün çoğunluğu vardır.” Gazeteye göre Temmuz devrimini yapan İttihat ve Terakki kadar gizli ve becerikli bir teşkilat, “gerici” ayaklanmayı hazırlamıştır. Aynı zamanda dış tehlikenin de varlığına işaret olunuyordu. Haberi alan Bulgar hükümeti, Bulgaristan’ın bağımsızlığı hemen tanınmadığı takdirde “ciddi kararlar” almak durumunda kalacağını açıklamıştı.
İsyancıların Davranışı : 14 Nisan günlü İstanbul gazetelerinde bir gün önceki olayları anlatırken askerlere leke sürmemek için çaba göstermelerine rağmen, askerin, Sultanahmetten bütün şehre yayılması İstanbullar için pek ürkütücü bir hal almış, Kapalıçarşı ve İstanbul’daki dükkanların çoğu açılmamıştı. Zira ortada subaysız, başıboş kümeler hlinde dolaşan askerler akıllarına estikçe silahlarını havaya boşaltıyorlardı. Bu yüzden, bir çok İstanbullular kaza kurşunuyla yaralanıyorlardı. Bazı askerler de bu arada rastladıkları subayları öldürmeye kalkışmışlardı, hatta bazen işi “Harbiyeli subay avından” çok, subay olsun olmasın “mektepli avına” çevirenler de oluyordu. Öte yandan askerler, Zaptiye Nezaretinin karşısındaki kadınlar İttihat ve Terakki kulübünün kapılarını kırıp yirmi musiki aleti ile mobilyaları parçaladılar. Bunları yaparken, arada kümeler halinde Yıldız’a uğrayıp istediklerini kabul ve kendilerini affettiği için Abdülhamit lehinde sevgi ve teşekkür gösterileri yapıyorlardı. Abdülhamit de pencereye çıkıp onların gösterilerine karşılık veriyordu.
Vahdeti’nin Tutumu : O gün çıkan Volkan’da Vahdeti’nin “Halife-i İslam Abdülhamit Han Hazretlerine Açık Mektup” başlığını taşıyan yazısı vardı. Buna göre, Vahdeti’nin içinde bulunduğu hal ve mevkii Abdülhamit’e hitabetmeyi gerekli kılmıştır. “Şu dakikada” aldığı bilgiye göre bütün asakir-i şahaneleri subayların mektepli olanlarını tutukladıktan sonra 0.45-1.45 sıralarında Mebusan Meclisini kuşatmışlar, “fakat asakir-i mumaileyhimin makasıd-ı hakikiyeleri ne olduğu bizce anlaşılamamıştır”. Maksatları ne olursa olsun, kabinenin düşmesi muhakkakmış, Abdülhamit için en büyük şeref Meşrutiyeti korumasıymış. Ortada resmi otorite olarak bir tek Abdülhamit kalmıştır. Öyle ise, Meşrutiyet’in Korunması artık önemli ölçüde Abdülhamit’in mutlakiyeti kurmaya kalkışmamasına, ya da Vahdeti’nin dediği biçimde, onun mutlakiyetçilere kulak vermemesi ile mümkündür. Vahdeti, düştüğü umutsuzluk yüzünden, Ahrarcı bir hükümeti gözünden çıkarmış, meşrutiyetçi olmak şartıyla, tarafsız hükümete bile razıdır.
Harbiyelilerin Kaygıları : Vahdeti’nin bu yazısı karşısında Harbiye Mektebi öğrencileri Meşrutiyet tehlikede diye endişe ettiler. Ahrarcı bir Harbiye öğrencisi olan Ahmet Bedevi Kuran, bazı arkadaşlarını Mizancı Murat’a gönderdi. Kendisi de Mevlanzade Rıfat’a gitti. Bu bilgilerden Mevlanzade, Mizancı Murat, Kuran ile arkadaşları, Vahdet-i ve Said-i Kürdi arasında tanışıklık ve temas bulunduğu anlaşılmaktadır. Mevlanzade ve Murat Bey, Vahdeti adına teminat veriyor, hepsi de Meşrutiyetin ciddi bir tehlike içinde bulunmadığını teyid ediyorlardı. Bu şekilde teminat verebiliyorlardı, zira ayaklanmanın Abdülhamit tarafından değil, kendilerince çıkarıldığını biliyorlardı.
Meclisin Toplanması. Donanma, Muhalefet ve İngiliz Elçisinin Davranışları :
Basın : Askerin düzenli olduğu yalanını İkdam’ın 15 Nisan Tarihli sayısı her sayfasında sürdürüyordu. Ayrıca, bir Rum subayının öldürülmesi “ittihad-ı anasıra” aykırı olduğu için, İkdam bu konuda özel bir duyarlılık gösteriyordu. Rumca gazetelerin yazılarına da bir hayli yer verilmişti. Tahidromos, Atina’ da olayın “tabii” karşılandığını, ve artık Kamil Paşa ile İsmail Kemal’in işbirliği sayesinde Osmanlı milletleri arasında gerçek bir birlik kurulabileceği umudunun doğduğunu belirtiyormuş. Bugünün The Times gazetesi ise başyazısında, Türklerin hemen hiç kan dökmeden ve maddi zarar yapmadan, ordu eliyle yine bir ihtilal yaptıklarını belirtmekteydi. Başyazıya göre, İttihat ve Terakki’nin diktatörce tavırları ve memleketin hızlı bir Batılılaşmaya karşı olması ayaklanmanın nedenleriydi. Bu durumda ayaklanma, meşrutiyetçi fakat muhafazakar bir yönetime yol açacaktı. Serbesti de o gün yapılacak basın mitinginin, şimdilik gerekli görülmediği için yapılmayacağını bildiriyordu, zira nasıl olsa şeriat “hürriyet-i kelamı” buyuruyordu. Günün Volkan’ında Vahdeti’nin “İnkikab-ı Şeri” başyazısı dikkati çekiyor. Bunda “Açık Mektup” taki kötümserlikten hiçbir iz yoktur. Yalnız üç yerde “halife” adı saygıyla anılarak, ihtiyat elden bırakılmak istenmiyordu. Son olarak da akerler uzun uzun övülüyordu. Volkan’ın son sayfasında ise İttihat ve Terakki önderlerinin nerede bulunduklarının bilinmediği söyleniyor ve alay ediliyordu.
Hükümet : O gün hazırlanıp yayımlanan bir resmi tebliğ, hükümetin endişelerini ilk defa dile getiriyor, o zamana kadar sürdürülmüş olan resmi iyimserliği adeta yalanlamış oluyordu. Tebliğde, bir çok askerin kışlalara döndüğü, ama bazılarının şehirde silahlı olarak dolaşıp havaya kurşun sıktıkları, böylece halk arasında ölüm ve yaralanmalara yol açtıkları anlatılıyordu. Durum karşısında, hükümet sert bir uyarmada bulunuyordu. Padişahın affı sadece aftan önceki olayları kapsamaktaydı. Oysa söz konusu davranışlar “Şer-i Şerif ve Kanun-u Esasi ahkamına” aykırı olduklarından, hükümetin bunları cezalandırmaya kesin olarak kararlı bulunduğu, bu yolda buyruklar verildiği bildiriliyordu. Öte yandan Harbiye Nazırı Ethem Paşa boş durmamış, bazı taburların çavuş ve onbaşılarını yanına çağırarak öğütler vermişti. Bu öğütler mekteplilik, alaylılık ile ilgiliydi: iki tür subay yoktu, hepsinin elbirliğiyle vatan için çalışmaları gerekiyordu. Harbiyeliler aleyhinde beslenen düşünceler hiç doğru değildi; bununla birlikte, kötü hali görülen hiçbir subay taburlarda tutulmayacaktı.
Hareket Ordusu : 15 Nisan 1909 gecesi Binbaşı Muhtar Bey kumandasındaki Hareket Ordusunun ilk birliği Selanik’ten yola çıktı. Oysa 15 Nisan gününde hükümetin ilave olarak yayımladığı resmi bir bildiride “Dersaadet’e hariçten asker celbolunacağına dair olan işaat ve neşriyatın katiyen asıl ve esası yoktur” deniyordu. Büyük ihtimalle hükümet Selaniktekilerin niyet ve davranışlarından haberliydi ama onun şimdi tek kaygısı İstanbul’daki askerin yeniden sokaklara dökülmesini önlemekti. Nitekim Ali Şevki Bey’in bir mektubu, o akşam kabinenin Tevfik Paşa’nın konağında Nazım Paşa ve Genel Kurmay Başkanı İzzet Paşa ile birlikte toplandığını ve bu arada Selanik’ten asker yüklü iki trenin yola çıktığına dair bir haber alındığını bildiriyordu.
B. Hareket Ordusunun İstanbul’a Yaklaşması
Basın : 16 Nisan 1909 günlük İkdam’da başlığı “Ahalimize, Muazzez Asker Kardeşlerimize Bir Nasihat-ı Dini’ye” olan yazıda, ayaklanma iyice yeriliyordu: hem Meşrutiyeti tehlikeye atan bir ihtilal ve fitne olayı olarak, hem askeri disiplin açısından, hm de İttihatçı gazetelerin yıkılması gibi davranışlar bakımından. İkdam, kendisini 31 Mart’ın havasına o kadar kaptırmıştı ki, Müslüman kadınların çarşıya ancak zorunluluk halinde çıkmalarını ve çıkanların da “adab-ı Şeriat dairesinde” hareket etmelerini “rica” ediyordu. O gün çıkan Volkan gazetesi 31 Mart olayını ve onun getirdiği düzeni korumak için var gücünü harcıyordu. Mizan’ın o günkü sayısında Murat Bey Meşrutiyet ve Millet Meclisi olmazsa hiçbir şeyin elimizde kalmayacağını anlatıyordu. İstibdat geri gelirse din elden gider, zulüm yapılır, memleket ilerleyemezdi. Bediüzzaman gibi, Murat Bey de hem Hürriyet’in ilanını, hem 31 Martı övüyordu. O günkü The Times’ın Osmanlı gelişmeleriyle ilgili başyazısı, Tevfik Paşa’yı ve programını alkışlıyor ve durumu genel oalrak umut verici buluyordu. Bu programla hükümet ordu ve halkın desteğini kazanırsa Batı Avrupa’nın Osmanlı Meşrutiyeti için beslediği sempatiyi elde edecekti . | |
| | | İsyankar Paylaşımcı
Mesaj Sayısı : 958 Yaş : 37 Nerden : Nereye:)) Ruh Hali : Takım : Kayıt tarihi : 29/09/08
| Konu: Geri: A'dan Z'ye Osmanlı Devleti 10/7/2008, 4:14 pm | |
| Alman Paşaları : Hareket Ordusu ile ilgili haberleri duymamış olan, yahut duymuş olsa bile pek ciddiye almamış olanlar arasınsa Osmanlı Ordusunda müşavirlik yapan Kamphövener, Ditfurth ve İmhoff adlarındaki Alman Paşaları vardı. Bunlar, elçi Marschall’i ziyaret ederek o günkü selamlığa katılacaklarını ve şerefli Alman subayları olarak, bütün disiplini ortadan kalkmış bulunan bir orduda çalışamayacakları gerekçesiyle Padişaha istifalarını sunacaklarını bildirdiler. Marschall ise, 1. Ordunun bütün ordu demek olmadığını ve herşeyin değişebileceğini, istifa talebinin ise Türk ve Alman orduları arasındaki ilişkileri koparacağını, siyasi düşünceleri ne olursa olsun, bütün Türkler tarafından ordularına karşı bir hakaret sayılacağını ileri sürerek onları vazgeçirdi.
Yıldız’da : O günkü Cuma Selamlığında yeni kabine Padişaha ve Kanun-u Esasiye bağlı kalacağına andiçti. Buna karşılık Padişahta Kanun-u Esasi’yi ötedenberi samimiyetle istediğini ama “şimdiye kadar her nasılsa olmadı”ğını açıkladı.
Basında Ayaklanmaya Karşı İlk Eleştiriler :
Bu dönüşün en belirgin örneği İkdam’dı. “En Büyük Tehlike Nedir?” başlığını taşıyan imzasız başyazısı, Şeriate bağlılığı ve “asker kardeşlerimizin” o yoldaki meşru emellerini “takdir ve tecbil” ettikten sonra, dört gündür memleketin büyük tehlikeler geçirdiğini ve geçirmekte olduğunu “itiraf” ediyordu. Zira Avrupalılar, hatta Anadolu bile, Meşrutiyetin varlığını şüpheli görüyordu. Benzer bir değişiklik askerlere karşı tutumda göze çarpıyordu. İkdam, “asker kardeşlerimize” yazısında subaylar hakkında yazılmış şikayet mektuplarını basmayacağını a.ıklıyor ve bu mektupların temsil ettiği tutumun ele güne ayıp olduğunu anlatıyordu. Öte yandan, Harbiyeli subaylara karşı yakınlık ve sevgi gösteren, askerlerce yazılmış iki mektup yayımlanıyordu. Vahdeti’nin Volkan’da yazdığı “Öteberi” yazısında İttihat ve Terakki’den çalışan yirmi beş otuz kişi diye yakınılıyordu. Sonra da 31 Marttan önceki sayılarda işlenmiş bir tez ileri sürülüyordu: aslında 31 Mart olayı Enverlerin, Niyazilerin inkılabıdır. Bunun çevresinde elbirliği etmek gerekir. Askerlerinde subaylarla uğraşmaması öğütleniyprdu. Mizan’da ise askerin mektepli subay istemediği iddiasının “bühtan” olduğu gibi garip bir görüş ileri sürülüyordu. Bundan başka bir de not göze çarpıyor. Mebusan, Babıali, Matbuat Cemiyeti, ya da Takvim-i Vekayi ile ilan olunmayan haberlere kulak asılmaması isteniyordu. The Times’ın o gün çıkan baş yazısı yine Tevfik ile Nazım Paşa’yı, ve üçüncü gün Cemiyet-i İlmiye’nin çıkardığı bildiriden dolayı, ulemayı övdükten sonra, Hareket Ordusu’nun gerçekliğine inanmamaya çabalıyordu. Gazetenin İstanbul muhabirlerine göre, resmi çevreler Hareket Ordusu’nu “blöf” olarak kabul etmekteydiler.
Hareket Ordusu Kumandanı Hüseyin Hüsnü Paşanın Bildirisi
Basın : İkdam’da o gün hala yatıştırma ve yumuşatma tutumu devam ediyordu. Zira, gazete hazırlanırken İzzet Paşa heyeti Hareket Ordusu ile görüşmelerde bulunmak üzere İstanbul’dan henüz ayrılmamış, ya da yeni ayrılmıştı. Bu heyetin Hareket Ordusunu İstanbul’a girmemeye ikna etmesi beklenebilirdi. Aynı gazetede “Sultanzade Sabahattin Beyefendinin” “Asker Kardeşler!” diye başlayan açık mektubu yer alıyordu. Prens, “Yaşasın Şeriat” diyordu. Volkan’ın 14 Nisan 1909 tarihli sayısında “Halife-i İslam Abdülhamit Han Hazretlerine Açık Mektup” yazısına karşı çıkarılmış olan Cemiyet-i İlmiye bildirisine cevap vardı. Vahdeti, böyle buhranlı bir zamanda yanlışlara türlü anlamlar verenlere cidden teessüf ediyor, açık mektubun o günün yarattığı şaşkınlığa bağlanmasını istiyordu. Öte yandan, Vahdeti “Volkancılıktan” vazgeçmiş değildi; hatta iki gündür takındığı, yumuşak sayılabilecek tutumun tam tersine bir gelişme vardı. Vahdeti’nin sertliği, umutsuzluğunun sonucu olan bir meydan okuma diye de yorumlanabilir. Oysa Mizan’da Murat savunma halindeydi. Kendisinin hiçbir heyet, kimse, makamla hiçbir “münasebet ve muamelesi” yoktu. 31 Mart günü saat 8.15’de köprü üzerine çıkmadan önce, olaydan “zerre kadar” bilgisi yoktu.
Hüsnü Paşa’nın Bildirisi : Hareket Ordusu, kumandanı Hüseyin Hüsnü Paşa’nın ağzıyla resmen konuştu. İstanbul halkına yazılan beyannameye göre 31 Mart ayaklanmasının amacı istibdada dönmekti. Yapanlar ise o düzende çıkarı olan bazı alçaklardı. Millet, Şeriat ve mutluluğun sağlayıcısı olan Kanun-u Esasi’nin ayaklar altına alınmak istendiğini görerek, ayaklanmanın asıl sorumlularını cezalandırmak üzere İstanbul’a yürümüştü.: Hareket Ordusu milletin yolladığı ilk yürütme gücüydü. Hareket ordusunun amacı, Meşrutiyeti güçlendirmek ve “vatan ve millet hainlerine son ve kat’i bir ders-i intibah vermek”ti. Mazlum ahalinin, tarafsız askerlerin, saygıdeğer ulemanın mebuslar, elçiler ve yabancıların korkmamaları gerekiyordu. Ama ayaklanmaların failleri, kışkırtıcılar ve yardımcıları hesap vermeye çağrılacaklardı. Bu sonuncular arasında hafiye ve çıkarcılar da vardı. Tabii Paşa’nın vekiller heyetini Meclisçe seçilmiş sanması, henüz Kanun-u Esasi’yi iyi inceleyemediğini gösteriyor. Ayrıca Meclis, henüz kabineye güven oyu da vermiş değildi. Bütün İttihatçı çevreler İstanbul’a, Meşrutiyete aykırı kurulduğunu iddia ettikleri kabineyi tanımadıklarını bildiren telgraflar yağdırırlarken, Paşa’nın bu işten hiç haberli görünmemesi garipti. Ama belki de asıl önemli sayılacak nokta, ayrı ayrı maddeler halinde, suçsuz olanlara teminat verildiği halde, bu arada Padişahın hiç sözünün geçmemesiydi. Padişaha teminat verilmediği gibi, bütün beyannamede kendisi hiç anılmıyordu. Hüseyin Hüsnü Paşa’nın bir de Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Riyasetine bir telgrafı vardı. Buna göre istibdatçı ve çıkarcıların “iblisane” telkinlerine kapılan Hassa Ordusu ile, Bahriye ve Tophane askerinin ayaklanması altı yüz senelik lekesiz Osmanlı Ordusuna büyük leke sürmüştü. İşte bu lekeyi temizlemek için gelen Hareket Ordusu, Meşrutiyeti pekiştirecek ve hafiyelerle çıkarcıların cezasını verecekti. Böylece İttihatçı olmayan İstanbul çevrelerinin korktukları başlarına geldi. Zaten Hareket Ordusunu yumuşatma, ya da vazgeçirme çabaları yetkisiz temsilciler karşısında herhangi kesin bir sonuca ulaşmamıştı. Şimdi ise Hareket Ordusu en yetkili ağzı ile konuşuyordu ve aldığı tavır sert, kararlı, öç alıcı idi. Padişah konusundaki sessiz tutum ise özellikle tehdit ediciydi.
Babıali’nin Hareket Ordusunun Kayıtsız Şartsız İstanbul’a Girmesini Kabulden Kaçınması ve Abdülhamide Karşı Kampanyanın Şiddetlenmesi
Basın : İkdam gazetesinde ilgi çekici bir yazı gazete sahibi Ahmet Cevdet’in “Ati-i Vatan” adını taşıyan kısa bir yazısıydı. Buna göre, vatanın geleceği birlik ve yürekten anlaşmaya bağlıydı. Yoksa ayrılık ve çatışma yoluna gidilirse vatan mahvolurdu. Genellikle adeti olmadığı halde o gün imzalı yazı yazması, yurtseverce düşüncelere sahip olduğunu göstermek istediğinin sonucu olarak yorumlanabilir.
Abdülhamit’e Karşı Kampanya : Kabinenin aldığı bir kararla, Edirne’deki Ziraat Bankası şubesinde bulunan ve “cihet-i askeriye” tarafınsan istenen 4000 liranın verilmesine müsaade edildi. Bundan başka, yeni çıkmaya başlamış olan Hilal gazetesinin o günkü sayısının toplattırılmasına, gazetenin kapatılmasına ve sahibi aleyhinde soruşturma açılmasına karar verildi. Söz konusu gazetede “Şurut-u Hilafet” başlıklı, Abdülhamit’in aleyhinde pek şiddetli bir yazı çıkmıştı. Bunda, Abdülhamit’in zalim olduğu, onun için halife olamayacağı, Şer’i bir çok kanıtlara dayanılarak ileri sürülüyordu. Oysa yalnız Hilal değil, başka gazeteler de ve bu arada başta La Turquie olmak üzere, Abdülhamit’le ilgili birçok olağanüstü haber ve yorumlarla doluydu.
C. Yeşilköy’de Kurulan Milli Meclis
Babıali’nin Hareket Ordusunun Karşısında Durumu ve Milli Meclis
Basın : İkdam Ali Kemal’in “Telaş Fenadır” başlıklı bir yazısı ile başlıyordu. “Ufk-u Siyasi” yazısında ise Hareket Ordusunun gelmesi, yurdunu seven herkes için sevinilmemesi imkansız bir olay olarak gösteriliyordu. “Serseri Vahdeti ve Mahiyeti” yazısından 21 Nisan 1909 günü Volkan gazetesinin çıkmadığını, Vahdeti’nin de ortadan kaybolduğunu, yani kaçtığını öğreniyoruz. İkdam’a göre 31 Mart ayaklanmasına ve birçok genç subayın masum kanlarının dökülmesine sebep olan Vahdeti’dir. Mizan ise bundan sonra tutulacak siyaseti tarif ediyordu : bütün devletlerle iyi ilişkiler, bütün sermayeleri eşit tutmak ev onlara iyi kabul göstermek ve İngiltere ile ilişkileri güçlendirmek. Bu son nokta ile diğerlerinin çelişip çelişmediği incelenmiyordu. Hüsnü Paşa’nın bildirisine gelince, Murat Bey bunu alkışlıyordu. Fakat Fransız ihtilalinde ihtilalcilerin birbirini yemesi örnek gösterilerek, yenenin, yenilene kanın dışı muameleler yapmaması gerektiği savunuluyordu.
Milli Meclis : 25 Nisan 1909 gününün en önemli olayı, Meclis-i Mebusan ve Meclis-i Ayanın, Meclis-i Umumi-i Milli adı altında saat 14.30’da Ayastafanos’taki Yat Kulüpte ortak ve gizli bir birleşim yapmasıydı. Milli Meclis oybirliğiyle başkanlığa, o gün İstanbul’dan gelmiş bulunan Ayan başkanı Sait Paşa’yı seçti. Ahmet Rıza Bey gelince, Mebusan Reisi Mustafa Efendi istifa etti. Ahmet Rıza’nın başkanlığı alkışlarla kabul olundu. Bundan sonra, Sait Paşa’nın teklifi ve ısrarı üzerine Ahmet Rıza ve Sait Paşa başkanlığı ortaklaşa yapmaya başladılar. İlk oturum gizli oldu ve verilen bir önerge üzerine Padişahın tahttan indirilmesi görüşülmeye başlandı. O sırada Mahmut Şevket durumu haber alarak Ahmet Rıza’yı yaveriyle yanına çağırttı ve şöyle dedi : “... ben maiyetimdeki askeri, Meşrutiyeti ve Padişahı kaldırmak isteyenleri tedip edeceğiz, Padişahın ve milletin canı tehlikede diyerek buraya kadar getirdim. Hal’in bizim taraftan vuku bulacağını asker duyarsa isyan eder, mahvoluruz. Siz Ayan ve Mebusana gizlice anlattınız, şimdilik ses çıkarmasınlar, bu işi müzakere etmek zamanı geldiğini ben size haber veririm...” Hatta Ahmet Rıza’nın kağıtları arasında, Abdülhamit’i Kanun-u Esasi’yi korumak konusundaki sözüne güvenilmediği için Meclis-i Umumi-i Milli adına hilafet ve saltanattan istifaya çağıran bir telgraf metni çıkmıştır.
Mahmut Şevket’in Bildirisi : Sükunet içinde, Hareket Ordusuna her türlü yardım yapılmalıydı. İkdam gazetesindeki bir yazıda Hareket Ordusunun hükümetle bir uzlaşma yapacağı yalanlanıyordu. Zaten uzlaşma olmadığı Mahmut Şevket Paşa’nın Sadarete hitaben yayımladığı bildiriden belliydi. Paşaya göre Hassa Ordusu erleri aldatılmış, bu yüzden başkentte hükümetin “nüfuz ve kudreti tamamen” yok edilmiş ve hükümetin bugünü ve yarını tehlikeye sokulmuştu. Oysa vatanın selameti, hükümet nüfuzunun güçlendirilmesine bağlıydı. İşte bu yüzden, Osmanlı Ordularının bu konudaki düşüncelerine uygun olarak, ikinci ve üçüncü ordular harekete geçmişlerdi. Kendisi, kurulan kuvvetin, ve Ayastafanos’da bulunan donanmanın kumandanlığını almak üzere Selanik’ten Ayastafanos’a gelmişti. Nedamet ederek aman dileyenler affedilecek, ayaklanmada diretenler ise “bila merhamet şiddetle tecziye ve tenkil” olunacaklardı. Cezadan korkan bazı kışkırtıcılar ve kötü insanlar Hareket Ordusunun “Hazret-i Padişahiyi” tahttan indirmek için geldiğini yaymışlarsa da kendisi , Şevket Paşa, bunu yalanlıyordu. Ama bunun hemen ardından aynı cümlede, bir de korkutucu uyarma geliyordu: “... mamafih askerlerimizin ifa-yi vazife esnasında erbab-ı fesat ve denaatin yeniden bazı teşebbüsata cüretleri ilcasiyle tekerrür edecek hadisat mesuliyetinin tamamıyla müsebbiplerine ait olacağını beyan eylerim...”
Times Gazetesi : 23 Nisan 1909 tarihli The Times, başyazısında tamamen ağız değiştirmiş bulunuyordu. Türk tarihinde her zaman olduğu gibi Ordunun yine ülkenin alınyazısını yazacağı belirtilirken, bu sefer 31 Martçı askerler değil, Hareket Ordusu kastediliyordu. Başyazara göre olayın mutlu bir sonucu vardı: Türk Ordusu, çok kısa zamanda İstanbul önünde yaptığı yığınak sayesinde askeri kabiliyeti hakkında ileri sürülen şüpheleri dağıtmıştı. Böylece gazete de, daha önceki tutumuyla ne kadar yanılmış olduğunu dolaylı yoldan itiraf etmiş oluyordu. Başyazı, sıkıyönetimin uzun süre kalması konusunda şüpheci bir tavır takınıyor ve siyasi kovuşturma ya da baskı yapmanın büyük bir yanlış ve bir suç olacağını ileri sürüyordu. Gazeteye göre, bundan sonra yapılacak işler Mahmut Şevket ve Nazım Paşa’nın kararlarına bağlı idi. Oysa o gün, “müttefikan” karar almak üzere Ayastafanos’a gelen Nazım Paşa’ya, değil tekliflerde bulunmak, İstanbul’a dönmek özgürlüğü bile tanınmamıştı. | |
| | | İsyankar Paylaşımcı
Mesaj Sayısı : 958 Yaş : 37 Nerden : Nereye:)) Ruh Hali : Takım : Kayıt tarihi : 29/09/08
| Konu: Geri: A'dan Z'ye Osmanlı Devleti 10/7/2008, 4:14 pm | |
| D. Hareket Ordusunun İstanbul’a Girişi :
Hareket Ordusunun Yaptıkları : Bir gün önce, yani Cuma günü Şevket Paşa’nın verdiği ilerleme buyruğu, Cumartesi günü Hareket Ordusunun İstanbul’u işgal etmesi ile sonuçlandı. O gün çıkan İkdam bunu tahmin etmişti. Başyazı “Müsademe mi Musafaha mı?” başlığını taşıyordu ve Ordunun İstanbul’a doğru geldiğini, İstanbul’da ayaklananların pişman olduklarını ve gelenlere kucak açacaklarını, halkın kaygılanmaması gerektiğini, yalnız gericilerin cezalandırılacağını bildiriyordu. Aynı gazetede bir başka yazı da “Müdahale-i Ecnebiye Olmayacak!” diye ilan ediyordu. Fatih Zaptiye dairesinde ve özellikle Babıali’de asker çok direndi. Babıali ancak üç saat süren top ateşinden sonra teslim oldu. Topkapı Sarayının ve Meclis-i Mebusanın teslim alınması kolay oldu. Bu arada Taksim ve Taşkışla kışlaları da uzun süre direndiler ve buralarda kanlı çarpışmalar oldu. Taksim kışlasındaki 31 Martçılar bir süre sonra teslim olmaya hazırlanırken, bir yanlış anlama yüzünden çarpışma yeniden başladı, sonunda Taksim ve Taşkışla ancak top ateşiyle teslime zorlanabildi. Cumartesi akşamı, Anadolu kıyısındaki askeri mevkiler hariç, İstanbul işgal altına alındı. Dikkati çeken bir nokta, çarpışmaların anlatılışı sırasında sık sık 31 Martçılarla birlikte bulunan bir takım subayların anılmasıdır. Gerek Taksim kışlasında, gerekse Taşkışlada, böyle subaylar vardı ve bazılarının da çarpışmalara katılmış olması söz konusudur. Yıldız’daki duruma gelince: Cumartesi sabahı Topağacı ve başka yerlere Hareket Ordusunun toplarının yerleştirildiği anlaşıldı. Bunu gören ikinci fırka, savunma tedbirlerine büsbütün hız verdi. Fakat Padişah, Sadrazam, Harbiye Nazırı, ikinci fırka kumandanının büyük çabaları ve Yıldız’ı kuşatan birliklerin kumandanı Miralay Şevket Turgut Paşa’yla yapılan temaslar sonucunda asker önce teker teker, sonra takım takım ve çekine çekine gidip Ihlamur köşkünde teslim oldu. Diğer yandan Harbiye öğrencileri de şehre giren Ordu ile birleşerek, bir bölüğü elçiliklerin korunması ödevini, bir diğer bölüğü de Taksim kışlasına yapılan saldırıya katılmayı üstlerine almış bulunuyorlardı. Rumeli’den getirilen jandarma birliklerine de Beyoğlu sokaklarında devriye gezmek ödevi verildi. Bunların birçoğu jandarma kılığına girmiş genç subaylardı. Ödevleri sokaklarda güvenliği sağlamak, şüpheli kimseleri yakalamak, üstlerini aramaktı. Zaten Hareket Ordusu şehri işgal ederken bütün karakollara el koymayı unutmadı. Görülüyor ki, Hareket Ordusu güvenliğe büyük önem verdi. Osmanlı Devleti’nin o zayıf durumunda, yabancılara ya da azınlıklara karşı bir davranış olmaması pek önemliydi. Bu arada akla bir soru gelmektedir. Hareket Ordusu kısmen olsun derme çatma idi ise, nasıl oldu da 31 Martçılar ona yenildiler? Nedeni şu olsa gerekir: 31 Martçıların maneviyatları pek düşüktü, zira onlardan yana olması gerekenler bile, onları kınamak, ya da hiç olmazsa Hareket Ordusuna karşı direnmemelerini istemek zorunda kalmışlardı. Erlerin subaylarına karşı ayaklanması ve bir takım devlet adamlarını ve subayları öldürmesi, ordu kavramıyla öyle bir ayrılık içindeydi ki, belki Abdülhamit ve Vahdeti hariç, kimse onları destekleyememişti. Bu yüzden 31 Martçı alaylı subaylar da aynı maneviyat düşüklüğü içindeydiler. Bundan başka bu erlerin okullu subayların kumandasından yoksun kalmaları, dolayısıyla başlarında az subay oluşu onların savaş gücünü azaltmıştı. Zaten 31 Mart ayaklanmasına katılan askerlerin birçoğu maneviyat bozukluğundan, Hareket Ordusuna hemen teslim olmuşlardı. Yani, 31 Martçıların pek azı Hareket Ordusuna karşı dövüşmüştür. Bu direnme de bir çaresizlik ve korku sonucu idi.
Bildiriler : Şevket Paşa’nın 12 Nisan 1325 günlü bir bildirisi çoğu yerli ve yabancı gazetelerin, Hareket Ordusunun İttihat ve Terakki ile ilgisi olduğu konusunda ileri sürdükleri iddiaları yalanlıyordu. Paşa böyle bir şeyin aslı ve esası olmadığını, Ordu subay, erbaş ve erlerinden hiçbirinin bir dernek ya da fıkraya üye olmadıklarını, zaten askerlerin devlet siyasetine karışmalarının caiz olmadığını ve kumandanların buyruklarından başka bir etkiye kapılanların kanunca cezalandırılacaklarını “ilan ve ihtar” ediyordu. Şevket Paşa’nın iddialarının gerçeğe uygun olmadığını söylemek için uzun boylu bir inceleme bile gerekli değildir. Hareket Ordusunun subayları mektepli subaylardı ve bunların gençleri İttihat ve Terakki’yi kurmuş ve onun belkemiğini meydana getiren bir zümreydi. Kendisi de –İttihat ve Terakki üyesi olmamakla birlikte- bunun farkındaydı. Bu bildirinin amacı Hareket Ordusunun İttihat ve Terakki organı olduğu yolundaki yayımları durdurmak ve aynı zamanda Hareket Ordusundaki İttihatçı subayların da kulağını bükmekti. Ama bu bildiri Şevket Paşa’ya göre herhalde istenen etkiyi yapmamış olacak ki bir hafta sonra bir bildiri daha çıktı. Bunda yeniden, Hareket Ordusunun hiçbir fırkanın âleti olmadığı ve yalnız Meşrutiyeti kurtarmak için harekete geçtiği belirtiliyordu. Arkadan, Ordunun Meşrutiyetin başında, İttihat ve Terakki ile işbirliği yaptığı kabul edilmekle birlikte, Meşrutiyetin kurulmasıyla onunla her türlü ilgiyi kestiği açıklanıyordu. Artık ordu milletin ordusuydu ve hangi fırkadan olursa olsun, Meşrutiyete uyan ve milletvekillerinin güvenine sahip hükümetin yürütme gücüydü. Hükümet : Ortada pek garip bir durum vardı. İstanbul’da sanki iki hükümet iş görüyordu. Biri resmi hükümetti, ama onun ne teşebbüs, ne de yürütme gücü kalmıştı. Diğeri ise hem teşebbüs, hem de yürütme gücünü elinde toplamış olan Mahmut Şevket, yani Hareket Ordusuydu. Üstelik Tevfik Paşa hükümeti, Hareket Ordusunu İstanbul üzerine yollayan güçler tarafından gayrı meşru ilan olunduğu gibi, henüz güven oyu bile almamıştı. Bu sallantılı duruma bir son vermek üzere hükümet ertesi günü, yani Pazartesi günü ittifakla ve kesin olarak istifaya karar verdi. Zira kabineye göre, hükümetin meşru olarak kurulmadığı söylentileri yüzünden bazı vilayet memurları nezaretlerini tanımıyorlardı, bu da devlet işlerini bozmaktaydı. Meclis tarafından güven oyu işi Cumartesi gününe bırakılmış olduğu halde henüz bir karara varılmamış olması istifayı zorunlu kılıyordu. Durumun Meclise bildirilmesi kararlaştırıldı. Oysa Meclise gönderilen telgraf tamamen şarta bağlı bir istifadır. Bunda, şimdiye kadar belirsiz duruma katlanıldığı belirtildikten sonra, ertesi gün de güven oyu verilmezse hükümetin istifa etmiş sayılması gerektiği bildiriliyordu.
Prens Sabahattin’in Durumu :
Resmi Bildiri : 28 Nisan 1909 tarihinde Şevket Paşa’nın imzasını taşıyan resmi bir bildiri çıktı. Bunda durum özetleniyor, “hain ve canilerin”, “masum kanların müsebbiplerinin” kanun pençesinde Şeriate göre cezalandırılacakları ilan oluyordu. Fesatlık ve nifakçılığa meydan verilmeyeceği hatırlatılıyordu. Ama fesatlı ve nifakçılık kavramlarının kapsamı belli değildi. Buna yalnız 31 Martçılık, Volkancılık sokulabileceği gibi, her türlü muhaliflik veya, din propagandası da sokulabilirdi. Bu geniş yorum korkusuyladır ki bazı muhalifler işler duruluncaya kadar imparatorluk sınırları dışına çıkmak yolunu seçmişlerdi.
Sabahattin Beyin Tutuklanması : Tevkifler de almış yürümüştü. Şüphesiz en önemli olay Sabahattin Bey’in tevkif edilmesiydi. İstanbul gazetesine göre Prens, Pendik’ten istimbotla Karaköy köprüsü karakoluna, sonra da arabayla İstanbul’a götürülmüştü. Sabahattin Bey’in sonradan yazdığına göre Manastır’da çıkan İttihatçı Neyyir-i Hakikat gazetesi kendisinin ayaklanmayı düzenlediğini, sonra da Mısır’a kaçtığını ileri sürmüş. Sabahattin Bey Harbiye Nezaretinde bir odaya hapsolunmuş, yapılan soruşturmanın sonunda Mahmut Şevket Paşa ile harp divanı başkanı Hurşit Paşa odasına gelerek tevkif edilmesinin “sebepsizliğinden” dolayı özür dilemişler ve Sabahattin Bey’in tevkifini gerektirecek hiç bir delil mevcut olmadığından serbest bırakılmıştır.
E. Abdülhamit’in Tahttan İndirilmesi :
27 Nisan 1909 Salı günü Milli Meclis toplandı ve Abdülhamit II’yi tahttan indirerek yerine Mehmet V’yi çıkardı. Meclis öğle üstü toplanacakken sabah erkenden saat 8.00 ‘de toplandı. Meclis kararının ne yönde olacağı daha meclis Ayastafanos’dayken belli olmuştu, önce Rumeli’den gelen bazı telgraflar okundu. Bunlar Abdülhamit’in davranışlarından dolayı tahttan indirildiğini ve hutbelerde adının anılmayacağını haber veriyordu. Alışkanlıkla karşılanan bu telgraflardan sonra Mahmut Şevket’ in Yıldız’daki memur, hademe, ağa ve tüfenkçilerin teslim alınıp vapurlara bindirildiklerini ve böylece askeri harekâtın sona erdiğini bildiren 12 Nisan 1325 günlü telgrafı okundu. Abdurrahman Şeref Bey bunun bir çeşit işaret sayıldığını ve bundan sonra birçok kimsenin söz istediğini söylüyoR. | |
| | | İsyankar Paylaşımcı
Mesaj Sayısı : 958 Yaş : 37 Nerden : Nereye:)) Ruh Hali : Takım : Kayıt tarihi : 29/09/08
| Konu: Geri: A'dan Z'ye Osmanlı Devleti 10/7/2008, 4:14 pm | |
| 31 MART AYAKLANMASININ ÇÖZÜMLENMESİ
A. 31 Mart Ayaklanmasını Düzenleyenler Üzerine Çeşitli Görüşler :
31 Martı incelemiş ya da ondan söz etmiş olanlar, çok defa olayın bir muamma olduğunu kabul ederlerse de, birçokları da olayı düzenleyenler hakkında üç kümeye ayrılabilecek açıklamalar ileri sürmüşlerdir. Birincisi, olaydan Abdülhamit’i, ikincisi muhalefeti, üçüncüsü de İttihat ve Terakki’ yi sorumlu tutar. Abdülhamit tahttan indirilirken hazırlanıp kabul edilen fetvada, olaydan sorumlu olduğu dolaylı olarak belirtildi. Bundan başka, kurulan Örfi Divan-ı Harpler sonuç olarak Abdülhamit’in muhakeme edilmesini istedilerse de, hükümet bunu kabul etmedi. İttihat ve Terakki’nin resmi görüşü de Abdülhamit’in sorumlu olduğu merkezindeydi. Ayaklanmayı düzenleme sorumluluğunu, başta Sabahattin Bey olmak üzere, Ahrar’a yükleyen görüşün ilk savunucusu, yine o fıkradan olan Mevlanzade Rıfat’tır. Üçüncü görüşün baş savunucusu Mizan gazetesinin sahibi ve Divan-ı Harbın Rodos’ta müebbet kalebentliğine mahkum ettiği Murat Bey’di. Bu görüşe göre, 31 Mart olayını İttihat ve Terakki’nin birkaç geniş mezheplisi düzenlemişti. Amaç, görünüşte gerici bir hareket yaptırmak Abdülhamit’i de İstibdadı canlandırmak için bir davranışa sevk etmek ve böylece Hareket Ordusunun İstanbul’a gelmesi için vesile hazırlamaktı. Bu yoldan İttihat ve Terakki İstanbul’a hakim olacak, muhalefeti susturacak, Abdülhamit’i de tahttan indirecekti. İttihat ve Terakki bunun için avcı taburlarını kullanmış ve 31 Mart günü bu taburların İttihat ve Terakki’li subayları, er kıyafetleri içinde bu askere kumanda etmişlerdi. Yalnız İttihat ve Terakki’nin kışkırttığı Hassa Ordusu askeri umulmadık bir tepki ile İttihat ve Terakki’ye karşı dönmüş ve bu yüzden İttihat ve Terakkililer çil yavrusu gibi dağılmışlardı.
B. Askerin Durumu :
Meşrutiyet düzeninin askerleri hoşnut ettiği söylenemez. Bunun başlıca nedenlerinden biri, Meşrutiyetin bir diplomalılar egemenliği, yani alaylılığın sonu anlamını taşımasıydı. Bu durumda erlerin önce onbaşı, sonra çavuş, arkadan da adım adım Paşalığa kadar yükselmelerine paydos deniliyordu. İş bununla da kalmadı, alaylı subayların ordudan çıkarılmasına doğru admlar atıldı. Demek ki, okumasız basit askerler için askerliği meslek yapma, yükselme kapısı kapanıyordu. Bu kapının kapatılması, orduda yükselmek amacını güden erleri ve tabii bunlardan da önce bu işte ilk adımı başarıyla atmış olan çavuşları, onbaşıları yeni düzeni getiren İttihat ve Terakkiye ve onun belkemiği olan diplomalı subaylara düşman etti. Buna bir de alaylı subayların ekmek parası eklenince hoşnutsuzluk nedenlerinden biri anlaşılmış oldu. Şunu da açıklamak gerekir ki, 31 Marttan sonraki günler alaylılığın kısa süreli bir zirvesi oldu. Mebusan Meclisi alaylı subayların sert dilekçesine karşı büyük anlayış gösterdi ve Harbiye Nezaretine alaylı subayların orduda kalmalarına dair yazı yazıldı. Askerler de alaylılığa bir dönüş olduğunu sezmişlerdi. Ayrıca, artık terhis olmak için yapılan ayaklanmalar hoşgörülmemekte , eski gevşeklik ve alışkanlıkların kökünü kazımak için çok sert davranılmakta, asker ayaklanınca eskisi gibi yumuşak yatıştırma tedbirlerine başvurulmamaktaydı. 31 Martçı asker, birbirine karşıt iki türlü eğilim arasında bocalamaya başladı. Asker, askerlikle ilgili hoşnutsuzluğun etkisiyle, muhaliflerin umduğu gövde gösterisi yerine kanlı bir ayaklanma sahneye koymuş bulunuyordu. İşin aldığı kanlı biçimi kimse doğru bulmadığı gibi, asker de iyi etmediğini biliyordu. Bu yüzden askerlerin üstüne ağır ağır bir pişmanlık çöktü. Bu pişmanlığı bir yandan muhalefetin ve ulemanın öğütleri ve eleştirmeleri, öte yandan Hareket Ordusunun ve Rumeli’nin öfkeli öcalıcı tavrı derinleştirdi. Ama pişmanlık eğilimi yanında, asker için umut bir ışık, Abdülhamit’in kendisine karşı şımartıcı tutumu ve Abdülhamitçilerin faaliyeti idi.
C. Ulema :
Ulema zümresi, 31 Mart olayına adamakıllı bulaştı. Bir kere askerin ayaklanması Şeriat adına oldu: tek başına bu durum ulemayı ayaklanmada söz sahibi kılmaya yetiyordu. Hükümet ayaklanmayı zorla bastıracağı yerde Şeyhülislam’dan Fetva Eminin’den yani ulemadan ayaklanmanın yatıştırılmasını istedi. 31 Martçıların isteklerini Mebusan Meclisine sunanlar da yine ulema oldu. Ayrıca, İstanbul askerinin Hareket Ordusuna karşı koymaması için de yine ulema seferber edildi. Ulema, Meşrutiyeti özgürlük getirmesi bakımından tutarken onun diplomalı egemenliğini getirme niteliğinden hoşnutsuzdu. Bu hoşnutsuzluğu da İttihat ve Terakki üzerinde toplanıyordu. Bu yüzden, yani İttihat ve Terakki’ye muhalefet etmiş olmak için, ulema Ahrara eğilimliydi. Ulemanın genel olarak 31 Martçı, ya da İttihat ve Terakki’ye karşı olması, bu zümreyi Hareket Ordusunun başarısı karşısında zor durumda bıraktı. Hareket Ordusu askerini ayartmak isteyen hafiyelerin de ilmiyeli oluşları, ya da bu kıyafeti seçmeleri, ulemaya karşı bir düşmanlık uyandırdı. Artık ulema için sarıkla sokağa çıkmak tehlikeli bir hal almıştı. Bunlar, sokağa fesle çıkmak zorunluluğu duyuyorlardı. Ama Hareket Ordusunun da ulema aleyhinde ersmen tavır alması, hele bunu sürdürmesi aleyhine olurdu. Onun için Mahmut Şevket, 17 Nisan 1325 günlü bildiri ile ulemaya Hareket Ordusuna ve Meşrutiyete yaptıkları hizmetlerden ötürü teşekkür etmek ihtiyacını duydu. Harp Divanı dahi Vahdeti ve Lütfi’yi idama mahkum etmekle yetindi.
C. Muhalefet :
İttihat ve Terakki’yi istemeyenlerin önünde muhalefet geliyordu. Muhalefetin başında, uzun süredir İttihat ve Terakki’ye karşı cephe almış bulunan Sabahattin Bey ve onun peşinden gelen ademi merkeziyetçiler yer alıyordu. Ayrıca, İttihat ve Terakki’ye çeşitli nedenlerden dolayı küsenler, çıkarlarını muhalefette görenler vardı. Kâmil ve Nazım Paşalar, Fedakarân-ı Millet üyeleri bunlardandı. Muhalefetin baş teşkilatı Sabahattin Bey’in gizli başkanı bulunduğu Ahrar fırkasıydı. Ahrar, özellikle adem-i merkeziyetçilerden oluştuğu ölçüde, bir diplomalılar teşkilatıydı. Osmanlı Devletinde din hiçbir siyasal kuruluşun kolay kolay reddedemeyeceği pek güçlü bir destekti. Nitekim Ahrar Volkan’ı reddetmedi, yalnız onun desteğinden habersiz görünmeye çalıştı. Zira Derviş, en kurnaz oyununu oynuyordu : din yoluyla askerlere seslenmekteydi. Askerlerin muhalefetle birleştikleri gün, İttihatçıların ordudan aldıkları güç, bir avuç diplomalı subayın desteğinden başka bir şey olmayacaktı. Askersiz subaylar ise, bu durumda, sudan çıkmış balığa döneceklerdi : 31 Mart bu taktiğin bir ölçüde başarıya ulaştığını gösterdi. Muhalefet nasıl bir 31 Mart bekliyordu? Şöyle bir tahmin ileri sürülebilir : asker Meclise yürüyecek, hükümetin istifasını, İttihat ve Terakki ileri gelenlerinin uzlaşmalarını, Kamil Paşa’nın Sadrazam, Nazım Paşa’nın Harbiye Nazırı, İsmail Kemal’in Mebusan başkanı olmasını isteyecekti. Bu arada çapulculuk, taşkınlık yapılmayacaktı. Bütün bunlar, Şeriat adına yapılacağı, askerin hareketi de beklenmedik bir olay olacağı için herkes şaşıracak ve hareketin zorla bastırılması söz konusu olmayacaktı. Böylece ileri gelen İttihatçılar sinecek, sinince mebuslar İttihat ve Terakki’nin baskısından kurtulacak, bu sayede istenen kişiler başa geçirilebilecekti. 31 Marttan sonra muhalefet için ilk dönüm noktası, ayaklanmanın aldığı biçim ve askerin Abdülhamit’e eğilim göstermesi ise, ikinci dönüm noktası, Hareket Ordusunun İstanbul önlerinde birikmeye başlamasıydı. Bu andan başlayarak muhalefet ve onunla birlikte hükümet, Hareket Ordusuyla bir anlaşmaya, bir uzlaşmaya varılması için var güçlerini harcadılar. İstenen şeyler, Hareket Ordusunun ya geri dönmesi, ya da surların dışında kalıp İstanbul askerleriyle yakınlaşma kurması gibi şeylerdi. | |
| | | İsyankar Paylaşımcı
Mesaj Sayısı : 958 Yaş : 37 Nerden : Nereye:)) Ruh Hali : Takım : Kayıt tarihi : 29/09/08
| Konu: Geri: A'dan Z'ye Osmanlı Devleti 10/7/2008, 4:15 pm | |
| D. 31 Mart Olayı ve Yabancı Devletler :
31 Mart olayı karşısında Bulgaristan, henüz bağımsızlığını Osmanlı Devletince tanınmamış olduğu ve Makedonya’da ülkesini genişletmek emelinde olduğu için, Osmanlı Devletinin ayaklanma dolayısıyla düştüğü zayıf durumdan yararlanmayı düşünmüştü. Fakat kısmen uluslararası durumun elverişli olmaması sayesinde bir Bulgar askeri müdahalesi tehlikesi gerçekleşmedi. Öte yandan, ayaklanmanın çıkmasında İngiltere’nin rolünden söz etmek mümkündür. İstibdat döneminin ikinci yarısında Abdülhamit, Alman siyaseti gütmüştü. Yani, Almanya’nın güttüğü siyaset izlenmiş, onun himayesi aranmış, buna karşılık Alman sermayesine daha çok istisadi imtiyazlar verilmişti. Bu yüzden, Meşrutiyet ilan edildiği vakit, istibdadın dış siyasetine de tepki gösterilmiş ve İngiltere’ye karşı büyük bir yakınlık başlamıştı. Ayrıca İngiliz elçiliği baş tercümanı sadrazamı ziyaret ederek, İngiltere’nin en yakın sempatisini açıklamış ve o zamana kadar İngiltere’nin Makedonya ve Ermenistan konularında giriştiği teşebbüslerin düşmanca niyetlerden ileri gelmediğini, bununla birlikte bu çetin dönemde Osmanlı hükümetinin durumunu daha da zorlaştıracak davranışlardan kaçınacağını bildirmişti. Sonuç olarak denebilir ki, muhalefetin siyasal tutumunun belki en büyük özelliği ve kuvvet aldığı nokta, İngiliz siyaseti idi. Ayaklanma muhalefetin eseri kabul edilsin ya da edilmesin, madem ki 31 Martla Ahrarın durumu geçici olarak da olsa güçlenmiştir, İngiltere’ye yaklaşma, ayaklanma sonuçlarından biri sayılabilir. Nitekim İstanbul’da siyaset meydanı boşaldığı için, Hareket Ordusu başkente girinceye kadar, Ahrarcılarla İngilizler hemen hemen istedikleri gibi at oynatabilmişler, resmi İngiliz makamları kurulmasına çalışılan İttihat ve Terakki’siz siyasi düzenin devamı için, manevi ve siyasi desteklerini esirgememişlerdi. Mesele, İngiltere’nin Osmanlı Devletini kendine dostlukla bağlaması açısından ele alınırsa İngiliz siyasetinin büyük bir başarısızlık olduğu görülür. Zira siyasetlerini Ahrar gibi İmparatorluktaki zayıf bir Meşrutiyetçi fırkanın ve ihtiyar Kamil Paşa’nın üzerine kurmuşlardı.
E. Abdülhamit ve 31 Martta İstibdatçılar :
Harp Divanı, Abdülhamit’in de muhakeme edilmesini gerekli görmüş, fakat bu istek tarafından kabul olunmamıştı. Demek ki Harp Divanı, onu suçlayabilecek delilleri edindiği kanısındaydı. Bununla birlikte, bu suçlama Abdülhamit’in 31 Mart olayını düzenleyip başlattığını kanıtlamıyor, zira bu bakımdan, ortaya konabilmiş inandırıcı deliller yoktur. Ayaklanma sırasında asker ne Abdülhamit’in lehinde ne de aleyhinde gösteri yapmıştır. Askerin Abdülhamit’e geleneksel bağlılığı ve “Padişahım çok yaşa” duasını her yerde tekrarladığı düşünülürse, ayaklanmanın Abdülhamit’e karşı olması ya da hiç olmazsa ondan yana olmaması için çalışıldığı sonucuna varılabilir. Abdülhamit’in kendisini tehdit altında gördüğünün bir işareti de; askerin bütün taşkınlıklarına rağmen onların suyuna gitmek istemesiydi. Ayaklanan askeri affettikten sonra kışlalarına dönmelerini öğütlediği halde, asker sabahlara kadar ve ertesi gün havaya ateş etti, subayların canına kastetmek dahil her türlü taşkınlığı yaptı.
G: Tevfik Paşa Hükümeti :
Tevfik Paşa hükümetinin durumu pek zordu, zira Osmanlı tarihinin en güçsüz Hükümetlerinden biriydi. Bir kere, İstanbul’daki askere söz geçiremiyordu. Bunu, Hareket Ordusu İstanbul’a girmeden önce Hariciye Nazırı Rifat Paşa İngiliz elçisine itiraf etti. İttihat ve Terakki’nin aldığı tedbirler yüzünden taşrayla doğru dürüst haberleşme bile yapamıyordu. Rumeli’ye gönderdiği buyruklara karşılık, oradaki hükümet memurları hükümeti tanımadıklarını bildiriyorlardı. Hükümet Mebusandan güven oyu alamadı, zira Hareket Ordusunun yaklaşmasıyla durumu belirsizleşti. Mebusan, taşranın tanımadığı ve belki de Hareket Ordusunun devirmek isteyeceği bir hükümete güven oyu vermek istemiyordu. Hükümetin diğer bir özelliği, muhalefete eğilimli olmasıydı. Bu, Tevfik Paşa’nın bir bakıma kendinde varolan bir özellik de sayılabilir, zira Kamil Paşa hükümetinin düşmesiyle son bulan bunalımda, İttihat ve Terakki’nin istifa edilmesi için yaptığı üstelemelere karşı koymuş bir nazırdı.
H. Meclis :
Mebusan Meclisi, Meşrutiyet düzeninin en ayırdedici resmi organı olarak büyük önem taşıyordu. Ama açılıştan Abdülhamit’in tahttan indirilmesine kadar Mebusan çalışmalarının genel bilançosu pek de yüz ağartıcı sayılamaz. Mebusların büyük çoğunluğu İttihat ve Terakki listelerinden seçilmiş oldukları halde, bunlar, İttihat ve Terakki’nin görüşlerine inanmaktan, hatta bunları bilmekten uzaktılar. Mebuslar, istibdat yıllarında siyasal terbiye bakımından Osmanlı Devleti ve özellikle müslümanlar hiçbir ilerlerme göstermediler, belki amansız bir baskı ve hafiyelik düzeni sonucunda gerilemeden söz edilebilir. Öte yandan, İttihat ve Terakki, amaçlarını ve yöneticilerini gizli tutan bir dernek olarak, mebuslarını siyasal bakımdan eğitip disipline sokacağına, özellikle Türkçülük amacını gizlemek için bunu yapmamış, mebuslarla yeterli ilişkiler kurmamıştı. Bu davranışta, tek başına Meşrutiyetin ve Mebusan Meclisinin, Osmanlı Devletine mucizeli çözümler getirmeye yeteceği inancının da bir payı olabilir.
İ. Hareket Ordusu ve İttihat ve Terakki :
Hareket Ordusu demek bir bakıma İttihat ve Terakki demekti. Şöyle ki, Hareket Ordusunun ruhunu belkemiğini mektepli genç subaylar oluşturuyordu. İttihat ve Terakki ise mektepli zümresinin ve özellikle bunların genç bölümünün siyasal teşkilatıydı. Sonra, 31 Mart her şeyden önce İttihat ve Terakki’ye karşı yöneltilmiş bir ayaklanma olduğuna göre, bu ayaklanmayı bastırmak için faaliyete geçmek dahi, Hareket Ordusunu İttihat ve Terakki ile aynı paralele getiriyordu. 31 Martın mekteplilere karşı yanı ve muhalefetin İttihat ve Terakki’den arda kalan boşluğa egemen olamayıp istibdat tehlikesinin belirmesi, mekteplileri Meşrutiyet bayrağı altında birleştirdi. Demek ki Abdülhamit’e karşı olmak durumu birleştirici bir rol oynamıştır. Bunun en göze çarpan belirtisi donanmanın Hareket Ordusuna katılmasıydı. Bu arada İttihat ve Terakki’ye karşı yapılmakta olan itirazların da bir süre unutulması tabii idi.
İ. Ayaklanmanın Nitelikleri :
Olayın başlatıcı olarak kabul ettiğimiz muhalefetin açısından ayaklanma Meşrutiyete karşı bir ayaklanma değildi. Bir Meşrutiyetçi hizbin diğer bir Meşrutiyetçi hizbe karşı bir hükümet darbesi, ve Abdülhamit de tahttan indirilmek istendiğine göre, Hürriyetin ilanında İttihat ve Terakki’nin yapamamış olduğu bir hesaplaşmanın tamamlanması niteliğindeydi. İlk planda yapılması öngörülen hükümet değişikliği de, her şeyden önce dış siyaset bakımından anlam taşımaktaydı. Yani, İngilizlerin tuttuğu ve İngilizlere son derecede bağlı olmak isteyen bir siyasete gidilecekti. Gerçi İttihat ve Terakki hükümetleri de bir ölçüde İngiliz siyaseti izlemek istiyorlardı. Ne var ki, İngilizler Kamil Paşa’yı İttihat ve Terakki’ye tercih etmek kararındaydılar. Muhalefetin niyetleriyle ölçülürse ayaklanma son derecede Meşrutiyetçi ve İngilizlerden yana sonuç doğurabilecek bir hareketti. Ama softaları ve ordudaki askeri kışkırtabilmek için Derviş Vahdeti aracılığıyla dinci bir propagandaya başvurulmuştu. Osmanlı Devletinde çok uzun süredir gelişmekte olan bir laikleşmenin varlığına rağmen, dini biçimlerden ve Şeriate bağlılık taslamaktan vazgeçen pek çıkmamıştı. İlmiye zümresi içinde askeri fiilen kışkırtmada en önemli payı olan softalara gelince : bunların hareketi, düpedüz askerlik konusunda gördükleri muameleden dolayı öcalmak istemeleriyle açıklanabilir. | |
| | | İsyankar Paylaşımcı
Mesaj Sayısı : 958 Yaş : 37 Nerden : Nereye:)) Ruh Hali : Takım : Kayıt tarihi : 29/09/08
| Konu: Geri: A'dan Z'ye Osmanlı Devleti 10/7/2008, 4:15 pm | |
| FETRET DEVRİ
Fasıla-i Saltanat olarak da bilinir. Yıldırım Bayezid'in Ankara Savaşı'nda (28 Temmuz 1402) yenilmesiyle başlayan bu döneme, kardeşleriyle girdiği mücadelede başarılı olarak yönetimi yeniden ele geçiren Mehmed Çelebi son vermiştir.
Ankara Ovası'nda yapılan savaşın kötüye gittiğini gören Yıldırım bayezid'in oğullarından Süleyman Çelebi, yanına Sadrazam Çandarlı Ali Paşa, Murad Paşa ve yeniçeri ağası Hasan Ağa ile birlikte kendine bağlı olan birlikleri de yanına alarak Edirne'de saltanatını ilan etti.
Savaşa katılan diğer şehzadelerden İsa Çelebi Balıkesir'de, Çelebi Mehmed ise Amasya'da kendi hükümdarlıklarını ilan ettiler. Yıldırım Bayezid ile birlikte Musa çelebi ve Mustafa Çelebi (Düzmece Mustafa) Timur'a tutsak düştüler.
Timur, zaferden sonra sekiz ay kadar Anadolu'da kalarak Osmanlı topraklarını yağmaladı. Anadolu'da daha önceden bulunan ancak Osmanlı topraklarına katılan eski Anadolu Beyliklerini yeniden canlandırdı. Osmanlı topraklarını ise 4 şehzade arasında paylaştırarak Anadolu'dan çekildi. Böylece Osmanlı Toprakları bölünmüş oldu.
Şehzadelerden ilk olarak Mehmed Çelebi harekete geçti. Orta Anadolu'daki Türkmen beylerini safdışı bırakarak güçlü bir Türkmen ordusu kurdu. İlk çarpışma ise Musa Çelebi ile İsa Çelebi arasında Bursa'da meydan geldi. Musa Çelebi Bursa'yı alarak hükümdarlığını ilan ettiyse de kısa bir süre sonra İsa Çelebi Bursa'yı yeniden ele geçirdi. Bu olay şehzadeler arasındaki mücadelenin kızışmasına yol açtı. Çelebi Mehmed, diğer kardeşlerini safdışı bırakarak Osmanlı İmparatorluğunu yeniden bir birlik altında toplamıştır. | |
| | | İsyankar Paylaşımcı
Mesaj Sayısı : 958 Yaş : 37 Nerden : Nereye:)) Ruh Hali : Takım : Kayıt tarihi : 29/09/08
| Konu: Geri: A'dan Z'ye Osmanlı Devleti 10/7/2008, 4:15 pm | |
| ISLAHAT FERMANI
Osmanlı İmparatorluğu'nun çökme döneminde, devletin yıkılmaktan kurtarılması için, siyasi kuruluşlar, kişi hakları, yeni kurumların kurulması konularınd yapılması düşünülen köklü değişiklikler için Abdülmecid ve Abdülaziz zamanlarında çıkartılan fermanlardır.
1839'da Gülhane Hatt-ı Hümayunu, 1856 Islahat Fermanı ve 1860 Abdülaziz Fermanıdır. Bu fermanlarla, devletin çöküşünün toplumsal ve ekonomik nedenleri araştırılmadan, bazı batı kuruluşlarını ve anlayışını devlete getirmekle devletin kurtarılabileceği sanılmış fakat bu fermanlarla toplumdaki kuruluş ve anlayış ikileme düşmüş, İslam dünya görüşü ve bu anlayışla kurulan kuruluşlarla birlikte batı taklitçisi kuruluşlar türemiştir. Bu iki ayrı görüş ve kuruluşlar arasındaki çatışmalar sonucunda toplumun içinde daha büyük sorunlar çıkmış, çöküşü önleyeceği düşünülen ıslahat fermanları, beklenen etkiyi gösterememiştir.
Bu dönemde Batı'nın ekonomik desteğine, vereceği borçlara gerkesinim duyan Osmanlı Devleti, bunları ancak batı devletlerine çeşitli imtiyazlar tanımak koşuluyla elde edebilmiştir. Bu imtiyazlar sayesinde Osmanlı topraklarına giren yabancı sermaye ve yatırım, sahip olduğu imkan ve güçle yerli sanayii büyük ölçüde öldürmüştür. Böylece Osmanlı Devleti yarı sömürge bir devlet haline gelmiş, bütün ekonomiksi ve zenginlik kaynakları Batılı devletlerin eline geçmiştir.
Bu anlamda Islahat Fermanları, dış görünüşüyle ileriye dönük olmalarına rağmen gerçekte toplumsal ve ekonomik hayatı olumsuz yönde etkilemiştir. | |
| | | İsyankar Paylaşımcı
Mesaj Sayısı : 958 Yaş : 37 Nerden : Nereye:)) Ruh Hali : Takım : Kayıt tarihi : 29/09/08
| Konu: Geri: A'dan Z'ye Osmanlı Devleti 10/7/2008, 4:15 pm | |
| KAPİTÜLASYONLAR
Osmanlı Devleti'nde Kanuni Sultan Süleyman döneminde 1535'de ilk kez padişah fermanıyla Fransızlara tanınan hakların tümü.
Fransa Kralı I. François 1525'de Cermen İmapartoru V. Carlos tarafından esir alınmış bunun üzerine Kralın annesi Kanuni'ye bir mektup yazarak yardım istemiştir. Bu sırada Mohaç Seferi'ne çıkacak olan Kanuni, bu yardımla Habsburglarla yakınlaşma sağlanabilir düşüncesiyle, yardım etmeyi kabul etmiştir. Fakat herşey Sultan Süleyman'ın planladığı gibi olmamış, Fransız dostluğu zamanla resmi bir kimlik kazanmıştır.
1535'te Fransızlarla Osmanlı Devleti arasında imzalanan antlaşmayla Fransızlara birtakım haklar verilmiştir. Kapitülasyonlar, bu dostluk antlaşmasının yarattığı yakınlaşma ortamında verilmiş olan haklardır. Buna göre; Fransız bayrağı taşıyan gemiler Osmanlı egemenliğinde bulunan bütün limanlarda serbestçe ticaret yapabileceklerdi. Diğer yabancı devletler gemilerini, Osmanlı egemenliğinde bulunan denizlerde ancak Fransız bayrağı altında ticaret yapabileceklerdi. Bu sayede Fransızlar kapitülasyonlar gereği Osmanlı denizlerinde serbestçe ticaret yapma özgürlüğüne kavuşmuştu. Ayrıca Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde yaşayan Katoliklere ibadet özgürlüğü verilmesi, Fransız konsoloslarına kendi vatandaşlarıyla ilgili sorunların çözümlenmesinde yargı yetkisi tanınması gibi hükümler, daha sonraki yıllarda İmparatorluğun zayıflamasıyla, devletin bağımsızlığını yok edecek kurallar haline getirilmiştir.
1569, 1581, 1597, 1614, 1673 ve 1740 yıllarında yeni kapitülasyonlar verilmiştir. 1740 kapitülasyonlarıyla, Fransa'ya tanınan haklar daha da genişletilmiş, diğer batılı ülkelere de aynı hakların tanınması kabul edilmiştir. 1740 kapitülasyonlarından sonra Osmanlı sınırları içerisindeki yabancı devletlere çok geniş ticaret yapma olanakları sağlanmış, hatta bu haklar sayesinde İstanbul'da yanacı postaneler açılmıştı.
Sevr Antlaşması'nın imzalanmasıyla kapitülasyonlardan yararlanma hakkı Yunanistan ve Ermenistan'a verilmiş, yabancı gemilere, Türk gemilerine tanınan bütün hakların tanınması kararlaştırılmıştır. 22 Mart 1922'deki Sakarya Zaferi'nden sonra Paris'te toplanan İtilaf Devletleri Dışişleri bakanları konferansında ise İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Türkiye ve kapitülasyonlardan yararlanan öbür devletlerin katılmasıyla kurulacak bir komisyonca kapitülasyon hükümlerinin gözden geçirilmesi konusunda karara varılmıştır. Kapitülasyonlar Lozan Barış Antlaşmasıyla yürürlükten kalkmıştı | |
| | | İsyankar Paylaşımcı
Mesaj Sayısı : 958 Yaş : 37 Nerden : Nereye:)) Ruh Hali : Takım : Kayıt tarihi : 29/09/08
| Konu: Geri: A'dan Z'ye Osmanlı Devleti 10/7/2008, 4:15 pm | |
| LALE DEVRİ
Osmanlı tarihinde 1718-1730 yılları arasında geçen süreye denir.
Lale devrini padişah Sultan III. Ahmet ve özellikle onun Sadrazamı Nevşehirli Damat İbrahim Paşa açmıştır. Bu devir, memlekete Batı'dan bazı yeniliklerin girmesi ve saray çevresindeki zenginlerin yaşadığı eğlence hayatıyla belirir. Lale merakı yayılmıştı ve yabancı memleketlerden lale soğanı getirilirdi. "Mahbup" adı verilen bir lalenin soğanı 500 altına satılırdı.
Lale devrinden önce devlet ve halk Venedik, Avusturya ve İranlılarla yapılan savaşlardan yorgun düşmüştü. Barışcı bir devlet adamı olan İbrahim Paşa sadrazam olunca, Avusturya ve Venedik'le toprak kaybı pahasına da olsa Pasarofça Antlaşması (1718) yapılıp savaşsona erdirildi.
Doğu sınırlarında da güvenlik sağlanmaya çalışıldı.Bundan sonra devlet yönetiminde ıslahat ve yenileşmeye gidildi. Lale devrinde ordu yeniden düzenlendi, İstanbul'da itfaiye teşkilatı kuruldu.
İstanbul yeniden imara başlandı. Yeni köşkler,saraylar yapıldı. Türklere ait ilk basımevi açıldı. Yalova'da bir kağıt fabrikası kuruldu. Dokumacılıkü çinicilik yapımevleri çoğaldı. Sanat ve bilim korundu.
Padişahın, sadrazamın eğlence ve israfları, yakınlarını iyi mevkilere getirmeleri ve yeni vergilerin konması halkı sıkıntıya soktu ve şikayetlere sebep oldu. İlmiye sınıfından Zülali Hasan ile İspirizade Ahmet Efendiler Patrona Halil'i bir isyan için teşvik ettiler. Tarihimizde Patrona Halil isyanı diye anılan isyan patladı. İsyancıların ısrarıyle İbrahim Paşa öldürüldü, sonra Sultan III. Ahmet tahttan indirildi. Böylece Lale devri kapandı. | |
| | | İsyankar Paylaşımcı
Mesaj Sayısı : 958 Yaş : 37 Nerden : Nereye:)) Ruh Hali : Takım : Kayıt tarihi : 29/09/08
| Konu: Geri: A'dan Z'ye Osmanlı Devleti 10/7/2008, 4:16 pm | |
| TANZİMAT FERMANI
3 Kasım 1839'da Sultan Abdülmecid'in sadrazamı Mustafa Reşid tarafından Gülhane Parkı'nda yabancı devletlerin elçileri ve büyük bir halk topluluğunun huzurunda okunan, kişilerle devlet arasındaki ilişkilere hukuki yönden yenilikler getiren, şeriata dayanan eski yasaları tamamen değiştirmeyi öngören, Tanzimat-ı Hayriye adı verilen ıslahat hareketinin siyasal ve hukuki yönden teminat altına alan belge.
Yeniçeri Ocağı'nın bozulmaya başlaması nedeniyle Sultan II. Mahmud döneminde başlayan yenilik hareketleri ve Sultan Abdülmecid'in tahta çıkar çıkmaz ıslahat hareketine devam etmek amacında olduğunu göstermesi Osmanlı Devlet yapısındaki değişmin başlangıcıydı. Sadrazam Mustafa Reşid Paşa, Gülhane Hatt-ı Hümayununu Padişah adına kaleme almış; devlet ve birey arasındaki ilişkilerde devletin modernleştirilmesi amacına dayanan temel ilkeler kabul ve ilan edilmiştir. Tanzimat Fermanı'nın tam metni şöyledir ;
Herkesin bildiği gibi, devletimizde, kuruluşundan beri Kuran'ın yüce hükümlerine ve şeriat yasalarına tam uyulduğundan, ülkemizin gücü ve bütün tab'asının refah ve mutluluğu en yüksek noktaya çıkmıştı. Ancak, yüz elli yıl var ki, birbirlerini izleyen karışıklıklar ve çeşitli nedenlerle şeriata ve yüce yasalara uyulmadığından evvelki kuvvet ve refah, tam tersine zayıflık ve fakirliğe dönüştü. Oysa, şeriat yasaları iel yönetilmeyen bir ülkenin varlığını sürdürebilmesinin imkansızlığı açık seçik ortadadır.
Tahta geçtiğimiz mutlu günden bu yana bütün çabalarımız, hep ülkenin kalkınması, ahalimiz ve fakirlemizin refahı amacına yönelik oldu. Eğer, yüce devletimize dahil ülkelerin coğrafi konumu, verimli toprakları ve halkının yetenekleri gözönünde tutularak gerekli girişimler yapılırsa, yüce Tanrı'nın yardımı ile, beş-on yılda kalkınabileceğimiz söz götürmez.
Ulu Tanrı'nın yardımına ve Peygamberimiz hazretlerinin ruhaniyetine sığınarak, yüce devletimizin ve ülkemizin iyi bir biçimde yönetilmesi için bundan böyle bazı yeni yasalar çıkarılması gerekli görüldü.
Söz konusu yasaların başında can güvenliği; ırk, namus ve malın korunması; vergi toplanması; halkın askere alınıp silah altında tutulma süresi gibi hususlar gelmektedir. Şöyle ki; Dünyada can, ırz ve namustan daha kıymetli birşey yoktur. Bir insan bunları tehlikede görünce, yaradılıştan kötü olmasa bile, canını ve namusunu korumak için olmadık çarelere başvurur. Bunun devlet ve memlekete zarar vereceği açıktır. Buna karşılık, can ve namustan emin olan bir kimse sadakat ve doğruluktan ayrılmaz, işi ve gücü ile devletine ve milletine yararlı olur.
Mal güvenliğinin olmadığı yerde ise kimse devlet ve ulusuna ısınamaz, ülkesinin yükselmesi ile ilgilenmez, hep korku ve üzüntü içinde yaşar. Buna karşılık, malından, mülkünden emin olmadığı zaman hep kendi işi ve işinin genişletilmesi ile uğraşır. Devlet ve millet gayreti, vatan sevgisi kendisinde her gün artar.
Vergi konusuna gelince: Bir devlet, ülkesini korumak için askere ve gerekli öbür masraflara muhtaçtır. Bu, para ile olur. Para, tab'adan toplanacak vergiler ile oluştuğundan bunun en iyi şekilde toplanması gerekir.
Evvelce gelir sanılmış olan "yed'i vahit" belasından ülkemiz hamdolsun, kurtulmuşsa da yıkıcı bir yöntem olup hiçbir zaman yararlı sonuç doğurmamış olan iltizam usülü hala sürüyor. Bu, ülkenin siyasi işlerini ve mali konularını bir adamın keyfine, hatta cebir ve zulmüne teslim etmek demektir. Bu adam iyi bir insan değilse hep kendi çıkarına bakar, bütün davranışlarında kötülüğe, zulme yönelir. Bu nedenle, ülkemiz insanlarının her biri için, malına ve gelirine göre bir verginin saptanması ve kimseden bundan fazla birşey alınmaması gerekir. Yüce devletimizin karada ve denizdeki askeri masrafları ile öbür masrafları yasalarla belirlenip sınırlandırılmalı ve uygulama ona göre yapılmalıdır.
Askerlik de, yukarıda belirtildiği gibi, önemli konulardan biridir. Ülkenin korunması için asker vermek halkın başlıca borcudur. Fakat, bir memleketin mevcut nüfusuna bakılmaksızın, şimdiye kadar yapıldığı gibi, kiminden tahammülünden çok, kiminden az asker alınması hem düzesizliğe; hem tarım, ticaret ve bayındırlık işerinin kötü gitmesine; hem ömür boyu askerlik bıkkınlığa; hem de nüfusun azalmasına yol açar. Bu nedenle, her memlektten alınacak asker miktarı için uygun yöntem konulmalı ve dört veya beş yıl hizmet için sıra ussulü getirilmelidir. Bunlar yapılmadıkça devletin kuvvetlenip gelişmesi, huzur ve asayişin sağlanması mümkün olmaz. Bütün bunların dayanağı yukarıda açıklanan hususlardır.
Bu nedenle, bundan böyle suç işleyenlerin durumları şeriat yasaları gereğince açıkca incelenip bir karara bağlanmadıkça kimse hakkında, açık veya gizli, idam ve zehirleme işlemi uygulanmayacaktır. Hiç kimse, başkasının ırz ve namusuna saldırmayacaktır. Herkes malına, mülküne tam sahip olacak, bunları dilediği gibi kullanacak, bunu yaparken de devlet büyüklerinin müdahalesine uğramayacaktır. Birinin suçluluğunun saptanması halinde mirasçıların o işle ilgileri bulunmayacağından suçlunun malları elinden alınıp varisleri miras hakkından yoksun bırakılmayacaklardır.
Yüce devletimizin tab'ası Müslümanlarla öbür uluslar bu haklardan tam yararlanacaklardır. Can, ırz, namus ve mal konularında, ülkemizin tüm halkına şeriat yasaları gereğince garanti verilmiştir. Öbür konularda da oybirliği ile karar verilmesi için, Meclisi Ahkam-ı Adliye üyeleri gerektikçe artırılacaktır. Yüce devletimizin bakanları ile ileri gelenleri belirli günlerde orada toplanarak, görüşlerini çekinmeden açıkça söyleyeceklerdir. Can, mal güvenliğine ve vergilerin belirlenmesine ait yasalar böyle hazırlanacaktır.
Askerlikle ilgili konular Bab-ı Seraskeri Dar-ı Şurası'nda görüşülüp karara bağlandıktan sonra sonsuza dek uygulanmaları için tasdik edilmek üzere tarafıma gönderilecektir. Söz konusu yasalar sırf din, devlet, ülke ve ulusu kalkındırmak amacı ile çıkarılacaklardından bunlara tam uyacağımıza yemin ederiz. Bu konuda, Hırka-i Şerife odasında, tüm din adamları ile bakanların hazır bulunacakları bir sırada yemin edecektir.
Din adamı ve vezirlerden yasalara aykırı hareket edenlerin, kanıtlanacak suçlarına göre, rütbelerine ve hatır ve gönüle bakılmaksızın cezalandırılmaları için özel ceza yasası çıkarılacaktır.
Memurlara yeterli maaş bağlanmış olup, henüz bağlanmış olanlarınkiler de belirlenecektir. Bu yolla da, şeriata aykırı olan ve ülkenin gerilemesinde başrolü oynayan rüşvet belası güçlü bir yasa ile ortadan kaldırılmış olacaktır.
Bütün bu sayılan hususlar eski hükümlerin tümden değiştirilmesi demek olacağından işbu fermanımız İstanbul halkına ve ülkemiz halkına duyurulacaktır. Bundan başka, dost devletlerin de bu yönetimin sonsuza dek uygulanmasına tanık olmaları için fermanımız, İstanbul'daki tüm büyükelçilere resmen bildirilecektir.
Tanrı hepimizi başarılı kılsın; yasalara uymayanlar Tanrı'nın lanetine uğrasın ve ömürleri boyunca rahat yüzü görmesin. Amin.TANZİMAT FERMANI
| |
| | | İsyankar Paylaşımcı
Mesaj Sayısı : 958 Yaş : 37 Nerden : Nereye:)) Ruh Hali : Takım : Kayıt tarihi : 29/09/08
| Konu: Geri: A'dan Z'ye Osmanlı Devleti 10/7/2008, 4:16 pm | |
| 3 Kasım 1839'da Sultan Abdülmecid'in sadrazamı Mustafa Reşid tarafından Gülhane Parkı'nda yabancı devletlerin elçileri ve büyük bir halk topluluğunun huzurunda okunan, kişilerle devlet arasındaki ilişkilere hukuki yönden yenilikler getiren, şeriata dayanan eski yasaları tamamen değiştirmeyi öngören, Tanzimat-ı Hayriye adı verilen ıslahat hareketinin siyasal ve hukuki yönden teminat altına alan belge.
Yeniçeri Ocağı'nın bozulmaya başlaması nedeniyle Sultan II. Mahmud döneminde başlayan yenilik hareketleri ve Sultan Abdülmecid'in tahta çıkar çıkmaz ıslahat hareketine devam etmek amacında olduğunu göstermesi Osmanlı Devlet yapısındaki değişmin başlangıcıydı. Sadrazam Mustafa Reşid Paşa, Gülhane Hatt-ı Hümayununu Padişah adına kaleme almış; devlet ve birey arasındaki ilişkilerde devletin modernleştirilmesi amacına dayanan temel ilkeler kabul ve ilan edilmiştir. Tanzimat Fermanı'nın tam metni şöyledir ;
Herkesin bildiği gibi, devletimizde, kuruluşundan beri Kuran'ın yüce hükümlerine ve şeriat yasalarına tam uyulduğundan, ülkemizin gücü ve bütün tab'asının refah ve mutluluğu en yüksek noktaya çıkmıştı. Ancak, yüz elli yıl var ki, birbirlerini izleyen karışıklıklar ve çeşitli nedenlerle şeriata ve yüce yasalara uyulmadığından evvelki kuvvet ve refah, tam tersine zayıflık ve fakirliğe dönüştü. Oysa, şeriat yasaları iel yönetilmeyen bir ülkenin varlığını sürdürebilmesinin imkansızlığı açık seçik ortadadır.
Tahta geçtiğimiz mutlu günden bu yana bütün çabalarımız, hep ülkenin kalkınması, ahalimiz ve fakirlemizin refahı amacına yönelik oldu. Eğer, yüce devletimize dahil ülkelerin coğrafi konumu, verimli toprakları ve halkının yetenekleri gözönünde tutularak gerekli girişimler yapılırsa, yüce Tanrı'nın yardımı ile, beş-on yılda kalkınabileceğimiz söz götürmez.
Ulu Tanrı'nın yardımına ve Peygamberimiz hazretlerinin ruhaniyetine sığınarak, yüce devletimizin ve ülkemizin iyi bir biçimde yönetilmesi için bundan böyle bazı yeni yasalar çıkarılması gerekli görüldü.
Söz konusu yasaların başında can güvenliği; ırk, namus ve malın korunması; vergi toplanması; halkın askere alınıp silah altında tutulma süresi gibi hususlar gelmektedir. Şöyle ki; Dünyada can, ırz ve namustan daha kıymetli birşey yoktur. Bir insan bunları tehlikede görünce, yaradılıştan kötü olmasa bile, canını ve namusunu korumak için olmadık çarelere başvurur. Bunun devlet ve memlekete zarar vereceği açıktır. Buna karşılık, can ve namustan emin olan bir kimse sadakat ve doğruluktan ayrılmaz, işi ve gücü ile devletine ve milletine yararlı olur.
Mal güvenliğinin olmadığı yerde ise kimse devlet ve ulusuna ısınamaz, ülkesinin yükselmesi ile ilgilenmez, hep korku ve üzüntü içinde yaşar. Buna karşılık, malından, mülkünden emin olmadığı zaman hep kendi işi ve işinin genişletilmesi ile uğraşır. Devlet ve millet gayreti, vatan sevgisi kendisinde her gün artar.
Vergi konusuna gelince: Bir devlet, ülkesini korumak için askere ve gerekli öbür masraflara muhtaçtır. Bu, para ile olur. Para, tab'adan toplanacak vergiler ile oluştuğundan bunun en iyi şekilde toplanması gerekir.
Evvelce gelir sanılmış olan "yed'i vahit" belasından ülkemiz hamdolsun, kurtulmuşsa da yıkıcı bir yöntem olup hiçbir zaman yararlı sonuç doğurmamış olan iltizam usülü hala sürüyor. Bu, ülkenin siyasi işlerini ve mali konularını bir adamın keyfine, hatta cebir ve zulmüne teslim etmek demektir. Bu adam iyi bir insan değilse hep kendi çıkarına bakar, bütün davranışlarında kötülüğe, zulme yönelir. Bu nedenle, ülkemiz insanlarının her biri için, malına ve gelirine göre bir verginin saptanması ve kimseden bundan fazla birşey alınmaması gerekir. Yüce devletimizin karada ve denizdeki askeri masrafları ile öbür masrafları yasalarla belirlenip sınırlandırılmalı ve uygulama ona göre yapılmalıdır.
Askerlik de, yukarıda belirtildiği gibi, önemli konulardan biridir. Ülkenin korunması için asker vermek halkın başlıca borcudur. Fakat, bir memleketin mevcut nüfusuna bakılmaksızın, şimdiye kadar yapıldığı gibi, kiminden tahammülünden çok, kiminden az asker alınması hem düzesizliğe; hem tarım, ticaret ve bayındırlık işerinin kötü gitmesine; hem ömür boyu askerlik bıkkınlığa; hem de nüfusun azalmasına yol açar. Bu nedenle, her memlektten alınacak asker miktarı için uygun yöntem konulmalı ve dört veya beş yıl hizmet için sıra ussulü getirilmelidir. Bunlar yapılmadıkça devletin kuvvetlenip gelişmesi, huzur ve asayişin sağlanması mümkün olmaz. Bütün bunların dayanağı yukarıda açıklanan hususlardır.
Bu nedenle, bundan böyle suç işleyenlerin durumları şeriat yasaları gereğince açıkca incelenip bir karara bağlanmadıkça kimse hakkında, açık veya gizli, idam ve zehirleme işlemi uygulanmayacaktır. Hiç kimse, başkasının ırz ve namusuna saldırmayacaktır. Herkes malına, mülküne tam sahip olacak, bunları dilediği gibi kullanacak, bunu yaparken de devlet büyüklerinin müdahalesine uğramayacaktır. Birinin suçluluğunun saptanması halinde mirasçıların o işle ilgileri bulunmayacağından suçlunun malları elinden alınıp varisleri miras hakkından yoksun bırakılmayacaklardır.
Yüce devletimizin tab'ası Müslümanlarla öbür uluslar bu haklardan tam yararlanacaklardır. Can, ırz, namus ve mal konularında, ülkemizin tüm halkına şeriat yasaları gereğince garanti verilmiştir. Öbür konularda da oybirliği ile karar verilmesi için, Meclisi Ahkam-ı Adliye üyeleri gerektikçe artırılacaktır. Yüce devletimizin bakanları ile ileri gelenleri belirli günlerde orada toplanarak, görüşlerini çekinmeden açıkça söyleyeceklerdir. Can, mal güvenliğine ve vergilerin belirlenmesine ait yasalar böyle hazırlanacaktır.
Askerlikle ilgili konular Bab-ı Seraskeri Dar-ı Şurası'nda görüşülüp karara bağlandıktan sonra sonsuza dek uygulanmaları için tasdik edilmek üzere tarafıma gönderilecektir. Söz konusu yasalar sırf din, devlet, ülke ve ulusu kalkındırmak amacı ile çıkarılacaklardından bunlara tam uyacağımıza yemin ederiz. Bu konuda, Hırka-i Şerife odasında, tüm din adamları ile bakanların hazır bulunacakları bir sırada yemin edecektir.
Din adamı ve vezirlerden yasalara aykırı hareket edenlerin, kanıtlanacak suçlarına göre, rütbelerine ve hatır ve gönüle bakılmaksızın cezalandırılmaları için özel ceza yasası çıkarılacaktır.
Memurlara yeterli maaş bağlanmış olup, henüz bağlanmış olanlarınkiler de belirlenecektir. Bu yolla da, şeriata aykırı olan ve ülkenin gerilemesinde başrolü oynayan rüşvet belası güçlü bir yasa ile ortadan kaldırılmış olacaktır.
Bütün bu sayılan hususlar eski hükümlerin tümden değiştirilmesi demek olacağından işbu fermanımız İstanbul halkına ve ülkemiz halkına duyurulacaktır. Bundan başka, dost devletlerin de bu yönetimin sonsuza dek uygulanmasına tanık olmaları için fermanımız, İstanbul'daki tüm büyükelçilere resmen bildirilecektir.
Tanrı hepimizi başarılı kılsın; yasalara uymayanlar Tanrı'nın lanetine uğrasın ve ömürleri boyunca rahat yüzü görmesin. Amin. | |
| | | | A'dan Z'ye Osmanlı Devleti | |
|
Similar topics | |
|
Similar topics | |
| |
| Bu forumun müsaadesi var: | Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
| |
| |
|
|