Mondros Ateşkesinden sonra 13 Kasım 1918'de İstanbul'a giren İtilaf Devletlerinin kuvvetleri İstanbul'da bulunmakta idiler. Padişah Hükümeti'nin her hareketini yakından takip ediyorlardı. Bilhassa Mebuslar Meclisi'nin müzakereleriyle alakadardılar. İstanbul Hükümeti'nin Anadolu ile birleşmesi, Türk toprakları üzerindeki isteklerine engel olabilirdi. Bu sebeple, İstanbul Hükümeti üzerine baskı yaparak bu birleşmeğe engel olmağa çalıştılar. Fakat Osmanlı Mebuslar Meclisi'nin Misakı Milli'yi kabulü, İtilaf Devletleri'ni korkuttu. Bunun üzerine Paris'teki "Yüksek Meclis" İstanbul'un işgalini ve milliyetçi Türk milletvekillerinin tutuklanmasını kararlaştırdı.
İngilizler 9 Mart'ta vatanseverlerin toplanmakta olduğu Türk Ocağı merkezini bastılar. 15 Mart günü de İstanbul'daki İtilaf Kuvvetleri Kumandanı yüz elli Türk aydınını tutuklattı.
İşgal günü ise Mebuslar Meclisi'ne giren bir İngiliz müfrezesi de bazı milliyetçi milletvekillerini tutukladı. Bir kısım milletvekilleri Anadolu'ya kaçtılar. Bu suretle Osmanlı İmparatorluğunun son Mebuslar Meclisi kapatılmış oldu.
Mustafa Kemal, Mebuslar Meclisi'nin kapatıldığı haberini alınca, bütün milletvekillerini ve İstanbul'daki yakın arkadaşlarını yanına davet etti.
İşgal Ordusu Kumandanı İngiliz Generali Vilson'un yayınladığı bildiride: İstanbul'da örfi idare ilan olunduğu, emirlere aykırı veya düzeni bozacak bir harekete girişenlerin Divanı Harb tarafından muhakeme edilerek idam edileceği bildiriliyordu. Ayrıca beyannameye "işgal geçicidir" kaydı konulmuş, fakat işgal süresi tayin edilmemişti. Yine bu bildiride, Kuvayı Milliye'nin birtakım İttihatçı ve soygunculardan ibaret olduğu da yazılı idi.
İstanbul'un işgalini Manastırlı Hamdi Efendi adında gayretli ve vatansever bir telgraf memuru Mustafa Kemal'e haber verdi.
Mustafa Kemal, işgal olayı üzerine İstanbul'daki İtilaf Devletleri'nin temsilcilerine, tarafsız bütün devletlerin Dışişleri Bakanlıklarına protesto telgrafları yolladı. Bu telgraflarda:
Türk Milletinin siyasi hakimiyet ve hürriyetine indirilen bu darbenin, yirminci asır medeniyet ve insaniyetinin mukaddes saydığı bütün esaslara, hürriyet, milliyet, vatan hisleri gibi bugünün insan cemiyetlerinde esas olan bütün umdelere ve bu umdeleri vücuda getiren insanlığın umumi vicdanına aykırı olduğunu söylüyor ve şöyle devam ediyordu:
Biz hakkımızı ve istiklalimizi korumak için girdiğimiz kavganın kutsallığına ve hiç bir kuvvetin bir milleti yaşamak hakkından mahrum edemeyeceğine inanmış bulunuyoruz.
İstanbul'un işgali olayından doğacak büyük mesuliyete son bir defa olarak dünyanın dikkat nazarını çekeriz. Davamız haklılığı ve kutsallığı bugünlerde, Tanrı'dan sonra en büyük yardımcımızdır.
İşgalden sonra Salih Paşa Kabinesi düştü. Yerine tekrar Ferit Paşa Kabinesi geçti. Fakat artık ne Padişah, ne de hükümetinden, milletin kurtuluş davasında herhangi bir yardım beklenemezdi. Çünkü bütün maddi ve manevi gücünü kaybetmişti. Hatta bağımsız bir Osmanlı Devleti'nden dahi söz edilemezdi. Osmanlı Devleti'nin yedi yüz yıllık hayat ve egemenliği İstanbul'un işgaliyle sona ermiş bulunuyordu.